Prof. Dr. Nuran Yıldız - Başlıktaki soru, Yılmaz Erdoğan’ın Hakkari’ye televizyonun gelişini konu eden “Vizontele” filminin meşhur repliğine dayanıyor.
Belediye reisi meydana topladığı ahaliye “Ankara’dan bir heyetin son teknoloji olan vizonteleyi getireceğini” söylüyor.
“Radyonun resimlisi” diyor, “Radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu? İşte o söylerken hem dinleyip hem göreceksiniz!”
Cem Yılmaz’ın oynadığı karakter soruyor: “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?”
Televizyon Hakkari’ye gideli 50 yıl oldu. İcat edileli de 100 yıl.
Bugün. İletişim araçları dijitalleşti. Dijital olan, hayatları ele geçirdi.
Dijitalin alanı genişledikçe, gerçeğin alanı daraldı.
“Dijital”in en güçlü iddiası neydi? İletişimde karşılıklılık vadedmesiydi. Sen Zeki Müren’i görüp dinlerken o da seni görecek, dinleyecekti.
Öyle olmadı.
Seçim sürecinde her şey seçmenin oyunu almak için kurgulansa da seçmenin ne istediğinin dikkate alındığı söylenemez.
Halbuki, onca darbeye, muhtıraya, darbe girişimine rağmen seçmenlerimiz hep en yüksek katılımla kırılıp küsse de iradesini sandığa yansıtıyor, demokrasiyi sahipleniyor.
Sandığa giderken sürece dair altını çizmek istediğim konular var;
Bir, ayrıştırıcı dil: Çözümleri tartışmak yerine, ayrışmayı öne çıkaran bir dil kullanılması üzerine düşünmek gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşıtlık üzerinden yürütülen muhalif söylem, muhalif siyaseti fikir kısırlığına hapsetti.
Dahası, “Kürt - Türk seçmen” üzerinden görünür kılınan etnik ayrışma son derece tehlikeli.
Seçmeni görseler, böyle bir ayrışma görmeyeceklerdi.
İki, yorgunluk: Sürekli seçim ortamında kalmak, mesaj bombardımanına tutulmak seçmeni yordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yoran ise, 25 yılı aşan siyasi yürüyüşünde karşılaştığı güçlüklerden çok, sıkça ifade ettiği gibi, kendi muhalefetini de kendisinin üretmek zorunda kalması oldu.
Seçmeni duyan yok.
Üç, “ittifak” siyaseti: “İttifak”, “iş birliği”, “uzlaşı” gibi kazanmak için başka bir yapıya ihtiyaç duymak, siyaset kurumlarının özgüvensizliğinin altını çizerken, siyasetin de önünü tıkıyor.
Sorsalar seçmen söyleyecekti.
Dört, seçim kampanyaları: Birçok yerde sonucun kıl payı belirlenecek olması, seçim kampanyalarının önemini artırdı. Daha iyi kampanyalar beklenirken tam aksi oldu.
Kampanyalar için en çok para harcanan bu seçim sürecinde, en başarısız işlere tanıklık ettik. Kampanyalar, seçimi videoklip mantığında, gazino ortamına çevirmekten öteye gitmedi.
Seçmen de dikkate almadı.
Beş, kamuoyu araştırmaları: Araştırmalara güven yitirilince seçim süreci dikiz aynasız kaldı. Rakamlar seçmeni analiz etmek bir yana, kamuoyunu okumakta sokaktaki insanın gerisine düştü.
Seçmen de ciddiye almadı.
Altı, orantısız sosyal medya kullanımı: Sosyal medyanın oy verme davranışına etkisini kanıtlayan akademik araştırmalar yok denecek kadar azken, bu mecraya taşıyabileceğinden fazla anlam ve beklenti yüklemek abesti.
Seçmen sosyal medyada eğleniyordu.
Yedi, seçmen analizi: Seçmenlerin mikro analizi şarttı. Emeklileri “maaş sıkıntısı çeken grup” olarak seçim sürecine malzeme etmek, seçmeni dinlemekten ne kadar uzak olunduğunun da kanıtı gibiydi.
Emekliler ağır geçim sıkıntısı kadar, kendilerini dinleyen birilerinin olmadığı sıkıntısını da çekiyorlar.
Bir parka gidince neden yakındaki biriyle sohbet ihtiyacı duyduklarını sanıyoruz?
Tüm mesele, kendimiz dışındakilerin sesini duyabilmek.
Yapılan akademik araştırmalar, seçmenlerin yönetecek kişide aradıkları iki özelliği öne çıkarıyor; “Beni dinlesin” ve “Mütevazı olsun.”
Gerçekten dinlesin, gerçekten mütevazı olsun, “mış gibi” yapmasın.
Enkaz altından yükselen “sesimi duyan var mı” sorusunu, enkazın olmadığı ortamda duyacağımız gün Zeki Müren de bizi görmüş olacak.
Sonuç ne olursa olsun, ülkemize hayırlı olsun.