Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

FERİDUN ANDAÇ

1954’te Erzurum’da doğdu. Yükseköğrenimini MÜ Eğitim Fakültesi’nde tamamladı. İÜ Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Edebiyat ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra yazdığı öyküleri ve gezi yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Bu alanlarda yayımlanan birçok kitabı olan Andaç, üniversitelerde görev yaptı, özel kurumlarda alanı ile ilgili yöneticilik görevlerinde bulundu. 2002 yılından itibaren Dünya Kitapları’nın yayın yönetmenliğini üstlendi; edebiyat/kültür/sanat/tarih alanında 200’ün üzerinde özgün kitabın yayımını yaptı. Çeşitli ulusal gazetelerde sürekli yazılar yazan Andaç, Marmara Üniversitesi İletişim ve Güzel Sanatlar fakültelerinde dersler vermektedir.

Haberin Devamı

Şimdi kaçıncı söz burcundayız sizinle, kaçıncı yolculukta nefeslerimizi rehnetmiş bekliyoruz. Her bekleyişin bir ışık huzmesiyle gelip bizi nasıl sarsaladığını anlatmamış mıydınız?
Yaban bir söz değildi, ama gene de o viran olmuş hayatlara bakıp bir bir ezincini yazıyordunuz onların. Şöyle başlamıştınız bir öykünün akışında o çözülen düzenin ne viraneliklerden geçtiğini:
“Güz yağmurları başladı. Uzak gökler uzun uzun gürledi. Ortalık sel sele gitti. Tarlalar, Deliboğahüyüğü dizboyu çamur oldu. Delik, eskimiş, solmuş, kavlamış kıl çadırların üstünü, içini uzun bacaklı yağmurlar döğdü. Kilimleri, keçeleri ıslattı. Çok belalar geldi balarına. Yörükler hüyüğün yamacına yapışmışlar, kalkmıyorlar, oradan hiçbir bela onları kopartamıyordu. Kör Kemal’den sonra, Teloğlu’na,Hacı Ali Çavuş’a gidip onlara da arzuhal yazdırdılar.” (Binboğalar Efsanesi)
İnsan yüreğine yolculuk
Her bir sözünüzün çağrısı vardı zamana, insanlığa. Gitmeyi bunun için seçerdiniz hep; bir yere, bir insana, bir çiçeğe, bir dağa, bir denize... Ve bir insan yüreğine yolculuğun anlamını da anlatmıştınız yıllar yıllar önce bize. Şöyle de başlamıştınız söze:
“Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. Kayalardan göle kadar daralarak inen yumuşak bakır rengi toprağın üstüne yer yer taze bir yeşil çimen serpilir. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir. Hiçbir suda, hiçbir mavide böyle bir mavi yoktur. Laciverdi, yumuşak, kadife bir mavidir.” (Ağrıdağı Efsanesi)
Geçitsiz güzdü mevsim. Anavarza’ya yolumu düşürdüğümde, Ceyhan ırmağının gelip ulaştığı bir kıyıdaki Hemite’ye baktım uzaktan. Okaliptüslere, kaleye, yamaçtaki evlere, tozlu yollaraÖGözlerim aradı çakır dikenlerini. Hani anlatırdınız ya, Dikenlidüzü’ndeki o tarumar olmuş hayatları; İnce Memed’in mecburiyetini; “O dağa çıkmaya, ben de yazar olmaya mecburdum” demiştiniz bir gün.
Şimdi, tam da o yerlerdeyim. Gözlerin algına dönmüş, nefesim nefesinizde yer gök ağıntısında. Sizin “anakara”nız dediğim yerin izinde değilim elbette. Ama gene de çocukluk yurdunuzdan size yansıyanların yol izleri çıkıyor karşıma burada bir bir. İşte, ötede bir atmaca döneduruyor, belli ki yönünü yitirmiş. Sığırcık kümeleri gökyüzünü almış, bir bulut gibi oradan oraya göçüp duruyorlar.
Sesinizin dağıldığı yerdeyim. Çocuk Mustafa’nın kaçıp kaçıp sığındığı yalçın kayalıklar beride kaldı. Aradığım kuşun öyküsüne dönüyorum, sizin çocukluk öykünüzü katarak anlattığınız kitabınızda:
“Yağmurcuk yakalamaya çıkanlar her geçen gün gittikçe artıyordu. Tan yerleri ışımadan kalkıyorlar, türlü yollardan yarlara iniyorlar, kuş sesleri, ıslıklarla birbirlerini buluyorlar, başlıyorlardı çalışmaya. Türlü yollar, türlü tuzaklar deniyorlar, faklar kuruyorlar, kafesler, ağlar örüyorlar. Bir tek kuş bile yakalayamıyorlardı. Yarda kuş deliği araya bula aşağıdaki köye kadar inmişlerdi. Yarlarda yüzlerce yağmurcuk kuşu deliği vardı, yağmurcuk kuşları ırmağın üstünden karşıya, dümdüz ovanın üstüne mavi şimşekler gibi kayıyor. Çakıyor sönüyorlardı.” (Kimsecik/YağmurcukKuşu)
Bir yurttur çocukluk
Bir çocuk bakışıdır sizi anlatı coğrafyanızın gezgini kılan. Kopamadığınız, orada yaşamak düşüyle özdeşleştiğiniz bir yurttur çocukluk size.
“Yatak” öykünüzdeki burukluk hâlâ belleğimdedir. Çukurova yağmurlarında kendi yalnızlıkları, bırakılmışlarına sarınarak damdaki yataklarından su içinde uyanmaları nasıl unutulur...
Sizin çocuk kalbiniz, Hasan’ın korkularına eş olmamış mıydı? Korkusundan kaça kaça kurtulmak istemişti annesini öldürme itkisinden. Ona biçilen görevdi kana kan almak... Bize onun cehennemini gösterdiniz, bir geleneğin insanı nasıl ufaladığını...
“Birden küçücük, avuç içi kadar kaldı. Bir insan böylesine küçülüp böcek haline gelmez ya, Hasan geldi. Parmak kadar kara bir böcekti şimdi. Biliyordu, biliyordu yaptığını... Bir iyice apaçık biliyordu... Anasını öldürsünler, amcaları anasını öldürsünler, diye kaçmıştı. (Yılanı Öldürseler)
Geçip giden söz değildiniz, zamanın eleğinde eyleşen bir bakış olmadınız hiç. Vicdan duygusuyla buluşturdunuz bizi sık sık.
Temmuz 1995’te yargılanmıştınız gene. Yazdığınız yazılardan, yükselttiğiniz o vicdan duygusundan ürkenlerin başınıza örmek istedikleri kötülüklere karşı sesinizi birbayrak gibi yükseltmiştiniz ülkenin içinden geçtiği o karanlık günlerde de...
“Bizi zilli kurt yaparken devlet bize önem mi veriyordu, bizden bu kadar kokuyor muydu? Bunu çok düşündüm. Bu baskıcı düzenlerin güvensizlikten gelen korkusuydu. Baskıcı düzenler hep altlarının oyulduğunu duyumsarlar. Kendilerini boşlukta yapayalnız sallanıyor sanırlar.” (Binbir Çiçekli Bahçe)
Edebiyatın yenilikçi yüzü
Bize bir roman çağı sundunuz anlatılarınızla. İnsana, doğaya, hayata, değişim ve dönüşüme dair tanıklığınız, yarattığınız dil ve roman dünyasıyla, edebiyatımızın yenilikçi yüzü oldunuz her dem. Küçümseyen bakışlara sözünüz, aşağılayıcı tutumlara tavrınız hiç değişmedi Koca Usta. İnsanlığın varoluşundan, yaşamsal mücadelesinden hiçbir zaman umudunuzu kesmediniz. Şunu da söylemiştiniz bir zamanlar:
“İnsan doğadan makinaya geçerken, en kaba çizgisiyle, tarihinde belki ilk olarak, kesinlikle bir durumdan başka bir duruma atlıyor. Geçiyor demiyorum, gerçekten atlıyor. Bir romancı, insan psikolojisini sonuna kadar deşmeğe, bütün olanaklarını sonuna kadar aydınlığa çıkarmağa, insanda, insan psikolojisinin sonsuzluğunda yeni ufuklar bulmağa çalışan bir romancı için bu atlama durumu bulunmaz ilginçlikte bir durumdur.” (Ağacın Çürüğü)
Bize hep bu geçiş döneminde yaşadıklarımızı anlattınız. Bir roman dünyası kurarken yeni bir dili de var ettiniz. Dille beslenen kültürün kaynaklarına taşıdınız bakışımızı; Homeros’tan Gılgamış’a, Evdalê Zeynikê’den Karacaoğlan’a bir yurt coğrafyasının renklerini, seslerini tanıttınız bize.
Şimdi, gökyüzünde dağılan sesinizin gölgesindeyiz her birimiz. Bunda böyle istisnasız her anlatıcımız “ondan önce, ondan sonra” diye yazacaktır yazınsal maceramızın tarihini, bu böyle biline Koca Usta.