Prof. Dr. Barış Erdoğan - Saatlerin 4.17’i gösterdiği an Hatay’da acı, hüzün ve öfke vardı. Anma töreninin yapıldığı Köprü Başı’nda bir yanda gözyaşları akıyor, diğer yanda farklı dillerde ve dinlerin usullerine göre dualar yapılıyordu. Deprem günlerinin hayata tutunuş sembolü haline gelen “sesimi duyan var mı” haykırışları sitem dolu bir şekilde ortalığı inletiyordu. Geceyi kuşatan sisler acıları örtemiyordu. Duyguların bu kadar yoğun yaşandığı bu günde deprem ile toplum olarak ilişkimizi sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Zira birkaç gün sonra gündem değişecek, hayatın akışı içinde başka sorunlarla meşgul olacağız. Fakat deprem er ya da geç bu coğrafyada kapımızı çalacak.
Haberlerde hep şu kentimizi vuran deprem diye bahsedilir. Ancak depremin bir doğa olayı olarak duygusu, düşüncesi, bize karşı bir kini ya da nefreti yok. Bu nedenle 11 ilimizi vuran 6 Şubat depremlerinde olduğu gibi deprem zengin-fakir, Müslüman-gayrı Müslüman, Türk-Suriyeli gibi sınıfsal, dinsel ya da milliyet ayrımları yapmıyor. Ancak depreme karşı tepkileri nötr olmayan aslında bizleriz. Depremi algılayış ve yönetiş tarzında rasyonel ya da duygusal davranan biziz. Bazen aklımızı kullanarak bazense tamamen duygularımızla ona yaklaşıyoruz. Depreme neden olan fay hatlarının üzerinde yaşamamız bir kader. Ama onun zararlarına karşı çaresiz olmamız bir kader değil. Bilimsel verileri ve mücadele yöntemlerini gerek kamu idaremiz gerekse vatandaşlarımız kabullense de niye başarısız oluyoruz?
Sadece yönetmelik yetersiz
Bu büyük felaket bize gösterdi ki depremin yıkıcı etkilerine karşı sadece deprem yönetmelikleriyle mücadele etmek yeterli değil. Binaların, yolların, köprülerin nasıl inşa edileceğini mühendislik standartlarına uygun şekilde emreden hukuki yönergeler ve yaptırımlar elbette çok önemli. Fakat bunlar depremle mücadele planları için tek başlarına yetersiz. Çünkü ülkemizdeki deprem yönetmeliği ile Japonya’daki arasında teknik olarak risk faktörüne göre çok büyük fark yok. Ancak benzer büyüklükte ve şiddetteki depremlerin her iki ülkede yıkıcı etkileri birbirinden çok farklı.
Toplumumuzda genel olarak geleneksel toplumlara özgü birlik ve dayanışma duyguları çok güçlü. Ayrıca olaylar karşısında çoğunlukla duygusal davranıyoruz. Ailemize ve yakın çevremize karşı duyduğumuz yüksek sorumluluğu diğerlerine karşı yeterince duymuyoruz. “Adam sende bize bir şey olmaz” duygumuz çok yüksek. Ancak modern zamanlara özgü akılcılık, yazılı normlara uyma gibi özellikler konusunda maalesef pek iyi değiliz. Bu nedenle yazılı yönetmelikler, kurallar kâğıt üzerinde olmasına rağmen yeterince uymuyoruz. Kısa vadeli çıkarlar için kuralları çiğneyenleri affediyoruz. Japonya’da bu zamana kadar bir imar affı olmadığını hatırlatmak isterim. Burada siyaseti de suçlamak istemiyorum. Zira bu affı siyasetten talep eden de halk. Sonuçta felaket esnasında ve sonrasında kayıplarımız ve zararlarımız çok büyük oluyor. Ancak duygusal yanımız sayesinde de hızlı bir şekilde organize olmayı, ihtiyaç sahibine yardım eli uzatmayı da biliyoruz.
Bu nedenle felaketlerin vereceği maddi ve manevi zararları asgari ölçüye indirebilmek için geleneksel değerlerimizle modern toplumun vaaz ettiği akılcı yaklaşımları sağlıklı bir şekilde harmanlamalıyız.