Doç. Dr. Fatma Fulya Tepe / İstanbul Aydın Üniversitesi / fulyatepe@aydin.edu.tr - Adrienne Rich, annelik konusundaki ilk feminist çalışma olarak bilinen Of Woman Born (1976) isimli kitabında, annelik hakkındaki bilgimizin çok az olduğunu yazmıştır. Marianne Hirsch (1989) ile Brenda O. Daly ve Maureen T. Reddy (1991) ise kurgusal ve teorik metinlerde annenin bakış açısının eksik olduğunu ve ancak kız evlat üzerinden anneye yer verildiğini belirtmişlerdir. Bu tür anlatılara, Daly ve Reddy kız evlat merkezli anlatılar demektedir. Annelerin perspektifinin eksik olduğu bu arka planda, annelik çalışmaları, kız evladın değil, “annenin sesi”ni analiz etmek ve kuramsallaştırmak üzere ortaya çıkmıştır (Podnieks ve O’Reilly, 2010). Annenin sesini duyabilmek için önce araştırmacıların annelere yönelmesi, sonra da annelerin, gerçek annelik deneyimlerini inkar etmemeleri, bastırmamaları, saklamamaları, ideal ve ulaşılamaz (fedakâr, melek ve mükemmel) annelik maskesinden kurtulmaları gerekmektedir (Maushart, 1999; Podnieks ve O’Reilly, 2010).
Anasoylu anlatılar
Böylelikle anne-merkezli anlatılara ulaşmak mümkün olacaktır (Podnieks ve O’Reilly, 2010). İlk defa 1989’da Miriam Johnson tarafından kullanılan bir terim olan anne-merkezlilik terimi, annenin ev içindeki baskınlığından çok annelik rolünün merkezde olmasına, prestijine, kültürel ve toplumsal önemine gönderme yapmaktadır (Johnson, 1989: 226). Annelik çalışmalarında kız evlat-merkezli ve anne-merkezli anlatıların yanısıra son 30 yıldır bir de anasoylu anlatılar ortaya çıkmıştır. Bu terim, Audre Lorde’un “anneanne-anne-kız evlat üçlüsü” olarak adlandırdığı gruba ait, “ya birkaç nesil kadının öyküsünün bir seferde anlatıldığı ya da merkezi karakterin kimliğinin nasıl kadın atalarının etkisiyle oluşturulduğunu gösteren” anlatılardır (Cosslett, 1996: 7). Anasoylu ilişkiler, nesiller arası eksende, anneden kız evlada kadınlığın iletiminde merkezi bir rol oynadığı için önemlidir ve kız evladın anne ile özdeşleşme sağlamasıyla ve bu özdeşleşmenin hayatın farklı aşamalarında yeniden müzakere edilmesiyle, kuşaklararası farklılık sağlanmış ve kadınlığın iletimi mümkün olmuş olur (Abrevaya; 2001).
Büyük bir hikâye
Rich, yukarıda ismi geçen 1976 tarihli kitabında annelik hakkındaki bilgimizin sınırlılığından bahsetmenin yanısıra, anasoylu anlatının temeli olan anne-kız ilişkisinin henüz yazılmamış büyük bir hikâye olduğunu söyler (Rich 1976: 225). Günümüzde ise dünyada, artık ne anneleri ne de anne-kız ilişkilerini konu alan çalışmaların azlığından bahsetmek mümkün değildir (O’Reilly, 2010: 368; Hirsch, 1981: 201). Annelik çalışmaları son 50 yılda bu temada üretilen çalışmalarla ayrı; ama interdisipliner ve çok disiplinli bir akademik alan olarak varlığını kurmuştur. Hirsch 1981’de o zamanın meselesinin, anne-kız ilişkilerinin karmaşıklığını ve edebi formlar ve yapılar üzerindeki etkisini çalışmak olduğunu söylemişti (Hirsch, 1981: 204).
Ataerkil annelik
Günümüzde batıda annelik çalışmalarındaki yeni nesil araştırmacılar ise kültürel alanda ideal-mükemmel anne tipini sarsan bekar, LGBQ ve göçmen vb. alternatif annelik tiplerinin ana akım kanallarda nasıl temsil edildiğine ve bu temsillerin annelik anlayışımızı ve beklentilerimizi nasıl şekillendirdiğine odaklanmaktadır. (Heffernan and Wilgus, 2018: s.14). Buna ilaveten, Andrea O’Reilly, son çalışmalarından birinde ataerkil anneliğin tüm anneler için aynı şekilde işlemediğini, her annenin ataerkil anneliğe aynı şekilde direnmediğini vurgulamış ve “annenin kültürel konumunun ataerkil anneliğe direnişini nasıl etkilediğini anlamak için ve güçlendirilmiş anneliğe nasıl ulaşılabileceği konusunda araştırmalara ihtiyaç olduğunu” (O’Reilly, 2020: 33-34) söylemiştir.