Depresyondan kansere pek çok hastalıkla baş edebilmemizi sağlayan Omega-3 yağ asidini en çok balıklardan alabiliyoruz. Hiçbir endişe duymadan balık tüketmememiz de önemli. “Yediği Önünde, Yemediği Yarında” projesinin amacı da bu
Balık tüketiminizi gözden geçirip bilgilerinizi tazelemeye ne dersiniz? Omega-3 yağ asitlerinin vücudumuz için birçok faydası olduğunu duymuşsunuzdur. Omega-3, vücut tarafından üretilemeyen, dışarıdan besinlerle alınması gereken bir doymamış yağ asidi. Balık tüketimi ve yeterli Omega-3 alımı tüm yaş grubundan bireyler, özellikle de büyüme dönemindeki çocuklar, bebek bekleyenler ve ileri yaştakiler için çok önemli. Omega-3, vücutta yeterli düzeyde olduğunda depresyon ve kaygıyla mücadele edebiliyor, kalp hastalıklarına, metabolik sendrom, bazı kanser tiplerine ve yaşa bağlı unutkanlık gibi birçok rahatsızlığa karşı koruyucu etki gösteriyor. Yetişkinler ve çocukların da hafıza ve zihinsel gelişimine yardımcı olduğu birçok araştırmada gösteriliyor. Ek olarak cilt ve saç sağlığı, eklem ağrısı ve sertliği, inflamasyon üzerinde de olumlu etkilerine işaret eden çalışmalar var. Omega-3 içeren besinlere bakarsak; somon, uskumru, ton balığı, ringa, sardalya gibi balıklar ilk akla gelenlerden. Bunun yanı sıra ceviz, keten tohumu, semizotu, chia tohumu, soya yağı gibi besinlerin de Omega-3 içerdiğini fakat bitkisel kaynaklarla ihtiyacı karşılamanın oldukça zor olduğunu da hatırlatayım.
Haftada 2 balık
Tüm bu sağlık faydalarından yararlanmak için, haftada en az 2 kez balık tüketimine özen gösterin. Bu konuda okuduğum, ilgimi çeken bir çalışmayı sizlerle paylaşmak isterim. The American Journal of Clinical Nutrition’da yayımlanan çalışmada, ortalama 11 yıl boyunca 2 bin 200 kişi izleniyor. Sonuçlara göre, kandaki Omega-3 seviyelerinin çok iyi ölüm riski belirteci olduğu belirleniyor ve diyete düzenli biçimde yağlı balıkların dâhil edilmesinin ardından, yaşam süresinin neredeyse beş yıl arttığı görülüyor.
Çeşitliliğin azalması, neslin tükenmemesi için balık tüketiminde sürdürülebilir balıkçılık yoluyla sağlanmış balıkları tercih etmek önem taşıyor. Tüm bu faktörler göz önünde tutulduğunda balık tüketiminde birtakım endişeler yaşayabilirsiniz. Özellikle son dönemlerde sıklıkla gündemde olan müsilaj ve kirlilik nedeniyle pek çok kişi, balık tüketmekten kaçınabiliyor. Bu konuda yeni bir projeden bahsetmeliyim. Metro Türkiye’nin hem sürdürülebilir balıkçılığı desteklemek hem de daha sağlıklı beslenmeyi mümkün kılmak için “Yediği Önünde, Yemediği Yarında” projesini hayata geçirdiğini öğrendim. Alternatif yem modeliyle Türkiye’de bir ilk olan bu projeyle 2022 yılı sonuna kadar 400 ton çipura ve levrek yetiştirilmesi ve yaklaşık 500 ton deniz balığının kurtarılması hedefleniyor. Levrek ve çipura yetiştiriciliğinde ilk kez alg yağı içeren yem kullanılıyor. Dünyada somon, alabalık gibi balıkların beslenmesinde kullanılan bu alternatif yem modeliyle ülkemizde hem sürdürülebilir balıkçılığa katkı sağlanıyor hem de Omega-3 bakımından daha zengin balıklar üretiliyor. Proje, doğaya ve insan sağlığına katkısı bakımından üç yönüyle çok kıymetli. Bunlardan ilki, balığın sürdürülebilirliği. Proje kapsamında kullanılan yem tekniğiyle gelecek nesillerin de balık yiyebilmesi için azalan balık popülasyonuna karşı çözüm üretmeye çalışılıyor. Diğer yandan balığın sürdürülebilirliği kadar yetiştirildiği ortamlar da önemli diyerek hayvan refahına da dikkat ediliyor. Geniş ve bol oksijenli kafeslerde yetiştirilen balıklar daha az strese giriyor ve “mutlu” balık üretimi sağlanıyor. Son olarak ise proje insan sağlığına olan katkısıyla çok değerli. Proje kapsamında yetiştirilen Metro Premium çipura ve levrekler, normal yemle beslenen piyasadaki muadillerine kıyasla, TÜBİTAK analizlerine göre yaklaşık iki kat daha fazla Omega 3 yağ asidi içeriyor. Metro Premium çipuralar, mağazalarındaki balık reyonunda bulunuyor, levreklerin ise mayısta satışa sunulacağı belirtiliyor. Bir beslenme uzmanı ve sürdürülebilir yaşam savunucusu olarak sürdürülebilir balıkçılığa sağlanan bu katkının beni mutlu ettiğini belirtmek istiyorum.
Mikroplastikler sağlığa tehdit
Gıda güvenliği, son yıllarda tüm dünyada gerek insan sağlığı gerekse ekonomik boyutu açısından, önemi giderek artan bir konu haline geldi. Geçen çarşamba günü gerçekleşen Yeni Plastik Ekonomisi Konferansı’nda da bahsettiğim gibi mikroplastik konusunda hem tüketicinin hem de markaların bilinçlenmesi önemli. Plastiği yönetemezsek toprağı kurtaramıyoruz, toprak kirlendikçe açlık artıyor. Tüketimi ve atığı azaltmak, toplumun dönüşümünü artırmak hedeflenmeli. Evinizi, bulaşığınızı, saçınızı, kıyafetinizi veya vücudunuzu temizlerken okyanusları ve denizleri kirletmeyi kabul etmemek gerekiyor. Türkiye’de her yıl 4 milyon ton plastik üretildiğini biliyor musunuz? Geri dönüştürülemeyen bu plastikler soframıza kadar geliyor. Mikroplastikler hayatımızın birçok yerinde var: İçme suyumuzda, soframızdaki tuzda ve tabağımızdaki balıklarda da çıkıyor. Peki, nereden geliyor bu plastikler? BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), tek kullanımlık su ve soda şişelerinin, plastik atıkların en büyük sebeplerinden olduğuna dikkati çekiyor. 2020 Türkiye Kıyılarında Atık Analizi Raporu’na göre, denizdeki atıklarının yaklaşık yüzde 80’ini plastik torbalar, plastik şişeler ve içecek kapakları ile halkaları oluşturuyor ve yalnızca yüzde 15’i geri dönüştürülebiliyor. Her yıl yaklaşık 11 milyon ton plastiğin okyanusa karıştığını ve eğer bugün harekete geçilmezse bu oranın 2040 yılında neredeyse 3 katına çıkacağı belirtiliyor.
Mikroplastikler sadece çevreyi ve soluduğumuz havayı kirletmekle kalmıyor, besin zincirimizin arasına girip sağlığımızı da tehdit ediyor. Çalışmalar, sağlıklı bir su ortamının sağlıklı bir besin kaynağı sağlaması ve besin zinciri boyunca kaliteli gıda sağlanmasında önemli bir rol oynadığını belirtiyor.