Deniz Bayramoğlu

Deniz Bayramoğlu

deniz.bayramoglu@kanald.com.tr

Tüm Yazıları

6 Şubat günü yaşadığımız büyük deprem felaketinin üzerinden daha bir ay bile geçmedi. Başta Adıyaman, Hatay ve Kahramanmaraş olmak üzere bölgede azımsanamayacak kadar çok yerde felaketin şu anki aşamasında ihtiyaç duyulan birçok malzemenin eksikliği çekiliyor hâlâ. Aradan geçen yaklaşık bir aylık zamana karşın vatandaşımızın çadır talebi sürüyor.

Felaketin büyüklüğü tartışılmaz; dile kolay, bir anda 50 bine yakın vatandaşımızı, üstelik de korkunç bir felaket sonrasında kaybettik. Şimdi toplum olarak yapmamız gereken şey bir daha bu felaketin tekrarlanmaması için ne yapılması gerektiğini tartışmak olmalıydı. Felaketin tekrarlanmaması derken şunu anlatmaya çalışıyorum:

Haberin Devamı

Elbette Türkiye bir deprem ülkesi ve yer sarsıntıları gelecekte de devam edecek. Bir daha 50 bin vatandaşımızı bir gecede kaybetmek istemiyorsak bundan sonra “bina” meselesine gerçekten çok ama çok ciddi bir biçimde dikkat etmeliyiz. Mesela bugün var olan mevcut yapıların güvenli hale getirilmesi, bu olmuyorsa depreme dayanıklı, yerel ve doğal malzemeden inşa edilmiş, insanın biyolojik, psikolojik, sosyal ve manevi ihtiyaçlarına uygun bir bina ve köy, kasaba, kent nasıl kurulur sorusunu tartışmalıyız. Ya da arama kurtarma çalışmalarının neden eksik kaldığı ve bir sonraki muhtemel felakette bu eksikliklerin yaşanmaması için ne yapılması gerektiğini konuşmalıyız. Felaket sonrası depremzedelerin barınma, beslenme, sağlık, temizlik gibi en temel ihtiyaçlarının en hızlı ve sürdürülebilir biçimde neden karşılanamadığı ve bundan sonra bunların en az eksikle karşılanabilmesi için neler yapılmalı sorusunun üzerine kafa yormalıyız.

Bunlar üzerine hiç kafa yorulmuyor demek istemiyorum. Mesela cuma günü Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Ulusal Risk Kalkanı Modeli” toplantısında konuştu ve “Cumhurbaşkanlığı bünyesinde hâlihazırda 9 tane olan politika kurullarına 10. olarak Afet Yönetimi Politikaları Kurulu’nu eklemek olacaktır” diyerek afet yönetiminin artık Cumhurbaşkanlığı seviyesinde planlanacağını duyurdu. Bugün yapmamız gereken bu açıklamayı konuşmak olmalıydı. Ayrıntıların neler olduğunu, nasıl bir sistem kurulacağını, AFAD ve Kızılay’ın kurum olarak burada yerlerinin ne olacağı ve hepsinden önemlisi, başta Kızılay olmak üzere toplumsal güvenilirlikleri iyice aşınmış bu iki kurumun nasıl yeniden ayağa kaldırılacağını tartışmalıydık toplum olarak. Tabii tüm bunlarla birlikte hem deprem bölgesinde kalan hem de başka yerlere göç etmek zorunda kalan depremzede vatandaşlarımızın maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için neler yaptığımızı ve eksiklerin neler olduğunu tartışmalıydık.

Haberin Devamı

Örneğin, şu an öncelikli gündemimiz depremzedelerimizin konteyner ya da prefabrik evlere taşınması olmalı. Çadır ve konteyner kentlerin temizlik, su, elektrik, çöp toplama, vs. gibi belediye hizmetleri hızla işler hale getirilmesi, göç edenlerin piyasa canavarına kurban edilmemesi… Liste o kadar uzun ki yapılması gerekenleri, o da sadece en elzem olanları, yalnız başlıklar halinde yazsam bile sayfalar tutar. Peki, bunları mı konuşuyoruz? Hayır, bambaşka şeyler konuşuyoruz. Gündemimiz seçim çünkü.

Haberin Devamı

Bunu bir eleştiri ya da sitem olarak dile getirmiyorum. Elbette seçim ülkenin en önemli gündem maddesi. Ama biz bu seçimlerde mesela depremzede vatandaşlarımızın nasıl oy kullanacağını, seçmen iradesinin sandığa tam yansıması için neler yapabileceğimizi de konuşmuyoruz. Bugün (cumartesi) konuştuğumuz şey, Meral Akşener’in masadan kalkması. Gerçi tam olarak masadan kalkıp kalkmadığı da belli değil ya neyse… Üç gündür konunun her yönü derinlemesine tartışıldığı için benim fazladan bir şey eklememe gerek yok. Zaten bu yazının yayımlanacağı pazar gününe kadar Akşener masaya bile dönmüş olabilir. Siyaset bu, olamaz diye bir seçenek yer almıyor masada. Her şey olabilir. Fakat daha evvel Altılı Masa’daki itişmeleri-çekişmeleri yazarken, yazı bana ayrılan yere fazla geldiğinden bazı bölümleri çıkartmıştım. Özellikle de bir Alman atasözü vardı ki onu çıkarttığıma bir hayli pişman olmuştum. Şimdi o çıkardığım bölümün çok daha manidar olduğu bir yerdeyiz. Şöyle diyor o Alman atasözü:

“Siyaset ve sosis üretimi halka açık yapılmaz. Çünkü mide bulandırır.”