Deniz Bayramoğlu

Deniz Bayramoğlu

deniz.bayramoglu@kanald.com.tr

Tüm Yazıları

Geçen hafta Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın Prof. Ahmet Aslan ile yaptığı mülakatı oturup baştan sona izleme imkanına yeni sahip oldum. Tavsiye ederim; ilginç değerlendirmeleri var Prof. Arslan’ın. Özellikle de mülakatın sonuna doğru din olgusunun toplumsal önemini vurguladığı bir cümlesi var ki kendi adıma çok önemli buldum bunu. Mevcut durumumuzdaki din anlayışı ve bu anlayışın toplumsal yönünü temsil eden kurum ve bireyleri eleştirirken “Ben bir ateist olarak onlardan daha dindar olduğumu düşünüyorum. Şaka falan etmiyorum. Din duygum, din ihtiyacım, dinin önem ve değeri, dinin anlamıyla ilgili onlardan çok daha sıhhatli, çok daha doğru, çok daha iyi bir görüşe sahibim” diyor Prof. Arslan. Kanaatimce Türkiye’de aydın tavrına dair uzun süredir eksik olan bir duruşu temsil ediyor bu sözler. İçinde yaşadığı toplumu tanımak, anlamak ve değiştirebilmek için “olmazsa olmaz” bir niteliğin altını çiziyor.

Haberin Devamı

Asur’dan bu yana

Fakat benim yine aynı çerçevede -yani içinde yaşadığı toplumu tanımak, anlamak, değiştirmek düzleminde- ama ilkine kıyasla daha fazla önemsediğim bir tespiti var Prof. Arslan’ın. Türkiye’nin sınıfsal yapısını, toplumsal tabakalarını ve bunların gelişimini dile getirirken bir noktanın, “devlet” kavramının altını çiziyor. Türk fikir hayatının -bir zamanlar- en önemli tartışma başlıklarından biri olan devlet kavramını şu cümlelerle sıfatlandırıyor:
“Ortadoğu’nun tanrısı devlet, biliyorsun, söylememe gerek bile yok. Tâ Babil’den bu yana, Asur’dan bu yana devlet. Hattâ devlet Tanrı’dan daha yüksek, daha güçlü — para demiyorum.”

Bu tespit, belki dahiyane ya da yeni duyulmuş değil ama çok önemli. Çünkü uzun zamandır unutulmuş olan ve muhakkak hatırlanıp üzerinde yeni çalışmaların yapılması gereken bu konuya dair bir tespit.

Devlet kavramı, Türk siyaset ve toplum tarihinde bir zamanlar üzerinde en çok durulan ve en çok tartışılan konulardan biri olarak fikir hayatımızı taşıyan temel direklerden birini oluşturuyordu.

Osmanlı’nın son iki yüzyılı boyunca da, cumhuriyet tarihi boyunca da bu konu ana tartışmalardan birini oluşturdu doğal olarak. Çünkü birinde yıkılmak üzere olan bir devleti kurtarmak, ikincisinde ise yeni kurulan bir devleti yaşatmak gibi önemli ödevler duruyordu münevverlerin önünde. Fakat 90’lardan itibaren bu tartışmanın da verimli bir sonuca ulaşamadan akim kaldığını ve gündemden çıktığını görüyoruz.

Haberin Devamı

Oysa devlet kavramı bugün, hem Türkiye’nin sosyal yapısını hem de bu sosyal yapının siyasetteki tercihlerini anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için üzerinde çalışılması gereken bir alan.

Hakikaten de hem coğrafi anlamda hem de etnik manada baktığımızda devlet kavramının bizim açımızdan çok mühim olduğunu görüyoruz. O kadar ki Türk tarihinin en önemli maddi kalıntılarından Orhun Yazıtlarında dahi bu devlet kavramı “taşa işlenmiş” bir biçimde karşımıza çıkıyor ve ne denli “zaman üstü” olduğu “altta yağız yer, üstte mavi gök yıkılmadıkça” sözleriyle tanımlanıyor. İslam medeniyetine katılmakla ise bu kavramın “ebet-müddet” terimi ile berkitilerek yeni bir dinamizmle hayatına devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk de yine aynı zaman üstünlüğü “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözleriyle tanımlıyor.

Haberin Devamı

Peki nedir bizim özelimizde devletin bu denli güçlü bir kavram olmasının nedeni? Bu sorunun yanıtını arıyorum ben de bir süredir. Bu soruya yanıt olabilecek onlarca farklı açıklamadan birini, hemen aktararak tamamlayayım bu yazıyı. Kemal Tahir -ki onun da yanıtını bulmaya ömrünü adadığı sorulardan biridir bu devlet meselesi- Yorgun Savaşçı romanında Doktor Münür’ün Bağdat’ta bir hastanede karşılaştığı Alman arkeolog Doktor Karlos’un ağzından verir bu sorunun yanıtını.

Adana, Küçük, Büyük Menderes ovalar gibi verimli ovalarınız ancak on dokuzuncu yüz yıl ortalarında tarıma, açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı.

Bu özellikteki topraklarda, Batıda olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde batı anlamnda FEODALİTE’nin bulunaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir FEODAL, böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız, kendi gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir.

Gene bu sebepten batıda devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İHYA EDİCİ’dir. Yani, Batı’da devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, Doğu’da devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma-yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi TALANCILIK’la suçlarken, Batı kültürünüzle, batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda, ilk çağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur.”