Geleceğe umutla bakmanın zor hem de çok zor olduğu bir dönemdeyiz.
Umutlu olmamızı sağlayacak pek bir şey de görünmüyor baktığımız yerden…
Afganistan’da yaşananlar ise biraz daha kırdı insanlık için güzel bir geleceğe dair umutları. Hepimizin aklında şu soru var: Dünya nereye gidiyor?
Bu soru insanla yaşıt bir sorudur büyük olasılıkla. Ama yine büyük olasılıkla hiçbir dönem bugünkü kadar çok insan tarafından, aynı anda ve aynı büyük kaygıyla sorulmamıştır.
Oysa biliyor musunuz, bu soruya verilmiş çok iyi bir yanıt var:
“Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru döner…”
Marx’ın bu sözü ya da “sosyolojik tespiti” sosyal bilimler, siyaset bilimi, tarih bilimi gibi alanlarda var olan ve bu alanlarda üretilen bilimsel eserlerin ruhunu oluşturan iki zıt eğilimden biri oldu bugüne dek. Halen de öyle…
Walter Benjamin ve Karl Popper gibi çok etkili sosyal bilimciler bu “kaçınılmaz ilerleme” görüşünü şiddetle eleştirdi. Günümüzde de özel
10 gündür memleketin ormanları cayır cayır yanıyor. Memleketin has evlatları da canlarını dişlerine takmış yurt toprağını korumaya çalışıyor. Ağaçları, kuşları, böcekleri, kemirgenleri, inekleri, koyunları, keçileri, insanları, evleri alevlerin elinden alabilmek için ateşle savaşıyorlar. Yangın bir metre daha, bir santim daha ilerlemesin diye… Canlarını ortaya koyarak hem de…
Kaybımız da zararımız da çok büyük maalesef. Ama her melanet gibi bu da bize bazı şeyleri yeniden hatırlattı. İsmi, “Ateşi ve ihaneti gördük” diye başlayan Kuvayı Milliye Destanı ile ölümsüzleşen Süleymaniyeli Ahmet’i mesela…
Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanında 7. Bapta geçer adı Süleymaniyeli şoför Ahmet’in… Milli ordunun elinde 100 kadar kırık dökük araç vardır; onlardan biri -Nazım Hikmet’in ihtiyar cesur, inatçı ve şirret diye adlandırdığı “üç numrolu kamyonet”- şoför Ahmet’e verilmiştir. Dağlarda malzeme taşırken birden sol arka lastiği patlar inatçı ve şirret
Vandalizm modernlikle birlikte hayatımıza giren kavramlardan biri. Bu bir hastalık mı yoksa bir davranış bozukluğu mu? Ya da modern hayata karşı umutsuz bir başkaldırı mı? Genel görüş bunun toplumsal bir hastalık olduğu yönünde. Özetle, kamu malına bilinçli zarar vermenin bilimsel adı Vandalizm. Bizde kamusal alan denen şey herkesin ortak malı ve sorumluluğu olarak algılanmaz. Aksine, eğer bir alan kamusal alansa, “sahipsiz” muamelesi görür. Kimsenin değildir. Dolayısıyla, kirletilebilir, yok edilebilir. O yüzden, bizde Vandalizm örnekleri tükenmez.
Bir fıkra
Temel ile Fadime nişanlı, evlenecekmiş. Düğün öncesi zaman zaman fırsat bulup bir araya gelip o çaylık senin, bu fındıklık benim geziyorlarmış. -Gençler tabii, kanları kaynıyor- akılları fikirleri de o işteymiş! Ama utandıklarından ikisi de açık açık bir şey söyleyemiyormuş. Yine öyle bir gün fındıklıklarda gezerken Temel dayanamayıp, “Bu bahçeden bir fındık dalı kıranı bilmem ne ederim” demiş. Fadime de fırsatı kaçırmayıp gülümseyerek bir fındık dalı kırıvermiş.
Bu hafta aktarmak zorunda kaldığım bir haber beni çok hassas bir yerimden vurdu. Hâlâ da aklımdan çıkmıyor. Anlatabilmem için önce türkülere, sonra da sayılara başvuracağım.
Bağdat ellerinden gelen turnalar,
Turnalar ne haber, yârdan ne haber?
Şimdi benim yârim gözün sürmeler
Turnalar ne haber, yârdan ne haber? *
TRT’nin Türk halk müziği repertuvarında 4616 adet sözlü eser vardır. Bu türküler arasında içinde “turna” sözü geçen türkü sayısı ise 45’tir. Ölümden doğuma -burada tek tek saymamın imkânsız olduğu- binlerce farklı şey ve olay üzerine yakılmış bu 4 bin 616 türkünün 45’inin turnalara ayırılmış olması dikkat çekicidir. Bu hiç de düşük bir rakam değildir. Yani turnalar Türk halk müziğinde, dolayısıyla da Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir.
Esip esip karlı dağlar aşarsın
Kılavuzun yok mu, neden şaşarsın?
Bu hafta Kanal D ana haber bülteninde Şanlıurfalı bir genç kızın, Merve Akpınar’ın hikâyesini anlattık. Artık herkes tanıyordur onu sanırım. O yüzden hikâyeyi bir daha anlatmayayım. Onun yerine Mahfi Eğilmez’in bu konuyla ilgili tespitini aktarayım. Bu tespiti yayında da kullandım ama orada kime ait olduğunu -o an hatırlayamadığım için- söyleyememiştim. Burada kaynak gösterme borcumu da ifa etmiş olayım.
Şöyle diyor Mahfi Eğilmez, Merve’nin ağlayarak spor yapma mücadelesini anlattığı video için sosyal medya hesabında:
“Türk kızlarının sporda elde ettikleri uluslararası başarıların başka ulusların kızlarının elde ettiği başarılardan niçin daha önemli olduğunun yanıtı budur. Başkaları spor yapmak için hiçbir engelle karşılaşmazken bizim kızlarımız spor yapabilmek için mücadele ediyor.”
Bu tespitin eksik olan kısmını da ben tamamlayayım:
Hiçbir engelle karşılaşmamayı bir yana bırakın, başka ülkelerde önlerine her türlü imkân adeta seriliyor ve devam etmeleri için ne gerekiyorsa yapılıyor. Burslar veriliyor,
"Bu İtalya’da yasa dışı tatlım. Bunu yapamazsın.” Böyle diyordu izlediğim videoda İtalyan bir adam muhtemelen başka bir milletten olan kız arkadaşına. Video kızın eline aldığı bir paket spagettiyi kaynar suya atmadan önce kırmasıyla başlıyor. Kız spagettiyi kırmadan önce kameraya bakıp, “Bakın şimdi neler olacak” dercesine gülümsüyor. Gerçekten de spagettinin kırılarak suya atıldığını gören İtalyan nazik bir şekilde çıldırıyor: Ziyan ettin, bu artık spagetti değil!
Bir de şöyle bir fotoğraf esprisi var: Fotoğrafta arka planda bir grup adam bayağı bir çaba harcayarak başka bir adamı zapt etmeye çalışıyor. Ön planda ise bir pizzanın üzerine ananas dilimi koymak üzere olan bir el görünüyor. Fotoğraf altı yazıda ise “Göçmen bir İtalyan-Amerikalıya zorla, pizzanın üzerine ilk kez ananas koyulması izlettiriliyor” yazıyor.
Diyeceksiniz ki “Bunda ne var?”
Hani İtalyan mutfağı diye bir şey var ya. O mutfak dünya çapında işte bu şekilde etkili ve ünlü oluyor. Yoksa kebabın yanına makarna koyarak, pilavın
Adeta bir efsane gibi yayılıverdi...
Bir kamyonun kasasında görülmüştü.
Diyarbakır’a doğru gidiyordu.
Dev bir karpuz ve bir sur “heykeli”!
Herkes sosyal medyada Diyarbakır’a “geçmiş olsun” mesajları iletmeye başladı haliyle. O heykellerin kentin neresinde ortaya çıkacağına dair tahminler havada uçuştu.
Heykeller iki gün sonra Kayapınar’da, Mastfroş Caddesi’ndeki kavşakta ortaya çıktı, yüksek çok yüksek bir kaidenin üzerinde.
O kaide aslında bir baz istasyonu direğiydi. Baz istasyonları da karpuzun içine gizlenmişti.
Sauron’un kulesinden, göğe yükselişe kadar çeşitli mavralarla devam etti “tartışma”.
Faraday kafesi nedir biliyor musunuz?
Şimdi uzun uzun fizik anlatıp canınızı sıkmayayım. İletken malzemelerden yapılmış bir oda ya da kutu düşünün. Bu yapı elektromanyetik dalgaların ve elektrik akımının içerideki hacme geçmesini engelliyor. Yani dışarıdan içeriye elektrik geçmiyor. Sanırım yapabileceğim en basit tanım bu. Tüneller, asansörler, uçaklar, arabalar hepsi esasında birer Faraday kafesidir. O nedenle tünele girdiğinizde radyo çekmez, o nedenle arabaya yıldırım düşse içindekilere bir şey olmaz.
Geçen hafta sosyal medyada biri BioNTech aşılarındaki çiplerin henüz aktif olmadığını, hâlâ vaktimiz olduğunu, çipi etkisizleştirmek için Faraday kafesi düşünülebileceğini yazdı. Ardından biri Faraday kafesi nasıl yapılır tarifi verdi. Sonra iş coştu ve kafaya ve hatta tüm vücuda alüminyum folyo sarmaya kadar gitti.
Saçma değil mi? Hem ne saçma!