Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları

2008 küresel krizinden sonra iktisat alanında hem teorik düzlemde hem de operasyonel ve uygulama alanındaki arayışların fikri, siyasi-ideolojik boyuttan da ayrı olarak hükümetlerin gündemine geldiğini/gelmekte olduğunu görüyoruz. 80'lerin başı itibarıyla devletçi-Keynesyen düzenlemelerin yerini alan parasalcı-arz yönlü iktisadın, ömrü ve popülaritesi de önce 2008 kriziyle sarsıldı; arkasından Pasifik Asya’nın şaşırtıcı ve hızlı çıkışına eşlik eden diğer gelişmekte olan ülkelerin IMF’nin geleneksel reçetelerinin işe yaramadığını keşfetmesiyle de tam anlamıyla bitti. Ancak nedense cenazeyi kimse kaldırmak istemiyordu. Çünkü toprağın altına gidecek belli idi ama onun yerine “yaşasın” diye tahta oturtulacak henüz ortada yoktu. Daha doğrusu, Londra’nın, New-York’un hatta Şanghay’ın finans imparatorlukları, cenazeyi ne kadar geciktirirlerse o kadar durumu idare edeceklerini, 80'lerin hemen başında yakaladıkları ponzi zincirini o kadar ellerinde tutacaklarını sanıyorlardı.

Haberin Devamı

Latin Amerika’da Brezilya, Arjantin, Şili gibi ülkelerde askeri rejimler sonrası iktidara gelen yeni iktidarlar, Friedmancı iktisadın, liberal değil, tam aksine askeri-kapalı rejimlerin iktisat politikası olduğunu keşfettiler ve hızla Friedmancılığın ve devletçi-popülist Peronculuğun dışında bir üçüncü yol arayışına girdiler. Brezilya’da Lula dönemi bu arayışın ve yeni bir çıkışın ilk temsilcilerinden oldu. Esasında bu çıkış, G. Kore’nin 90'lı yılların ortasında yaşadığı ve IMF’ye başvurmak zorunda kaldığı finansal krizden sonraki hızlı toparlanmasından önemli ölçüde esinleniyordu. Öte yandan, Çin’in hızlı, ihracata dayalı büyümesi ve ÇKP Merkez Komitesi’nin piyasayı keşfetmesi de gelişmekte olan ülkelerin kör bir devletçilik-tekelci vahşi piyasa ikilemi dışında yeni bir çözüm arayışını güçlendirdi. Bu dönemde Türkiye, 2001 krizinin yaralarını sarmak için uğraşıyordu. Türkiye’de 2001 krizinden sonra kabul edilen dalgalı kur rejimi çok önemli bir kazanımdır. Ve bu kazanım, Türkiye’nin özellikle 2008’den itibaren -IMF sonrası- politikalarının inşası için temel olmuştur.

Haberin Devamı

Özelleştirme örneği...

Çünkü bu dönemin temel perspektifi piyasanın doğru, derinlikli ve rekabetçi olarak yeniden inşasını öncelikli olarak ele alır. Mesela 80'lerin hemen başındaki özelleştirme anlayışı, ne pahasına olursa olsun bütün kamu işletmelerinin elden çıkarılmasıydı. Türkiye, Telekom örneğinde olduğu gibi, bu yanlış özelleştirme anlayışından dolayı çok zarar etti. Oysa doğru bir özelleştirme stratejisi blok olarak, devlet tekelinden özel tekele devri anlatmaz. Doğru özelleştirme rekabetçi piyasa yaratan bunu derinleştiren özelleştirmedir. Yani burada blok satış değil, aynı zamanda, mali piyasaları derinleştirecek sekürizasyon yoluyla kamu varlıkların topluma satışıdır. Önemli olan bu varlıkların verimli, rekabet eden ve uygun ölçekte küresel sisteme entegrasyonudur.

Hangi iktisat?

Burada, görüldüğü gibi, yeni bir bakış açısı ve bir paradigma değişimi var. Aynı durum, para ve maliye politikaları için de geçerlidir. Türkiye’nin bütün yapısal iktisadi sorunları, enflasyondan dış açığa oradan işsizliğe değin, esasında ayakları üzerinde durmayan, eğreti ve her an devrilerek (kriz) her şeyi altüst etmeye hazır bu yanlış iktisat anlayışından kaynaklıdır. Bu anlayış, piyasacı ve rekabetçi olduğunu iddia eder ama tam aksine tekelcidir ve bu anlamda piyasa da rekabet de umurunda değildir, hatta bunlara düşmandır. Para politikası, 70'li yılların sonunda kalmış ve iflas etmiş, yalnız faize dayalı, ilkel miktar teorisi kaynaklı araçlarla inşa edilmiştir. Maliye politikaları ise üretime bağlı, adil bir vergilendirmeyi reddeder. Maliye politikası, gelir dağılımını bozan, üretimi cezalandıran dolaylı tüketim vergilerine dayalı, yüksek faiz ödeyerek denge sağlayan, dışsallık ekonomisi oluşturmayı inkâr ederek, halktan topladığı vergileri yüksek faizle, tufeyli küresel sermayeye aktarmayı başarı sayan bir anlayışa oturur.

Haberin Devamı

Şimdi başından beri Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu sömürgeci anlayışı aşmaya çalışıyor. Yüksek faiz, enflasyonun da diğer ekonomik sorunların da ana nedenidir demesi tam da budur.

Türkiye’nin Afrin meselesinde olduğu gibi, haklı olduğunu yüksek sesle haykırdığı zaman önünde hiçbir gücün ve siyasi anlayışın duramayacağını görüyoruz. Aynı şey, ekonomi için de geçerlidir.

Bugün, yukarıda anlattığımız gibi, egemen ve yanlışlanmış iktisat anlatılarının yerini alacak yeni bir iktisat anlayışı, özellikle Türkiye gibi yükselen ülkelerin gündemindedir. Devletçi ve tekelci-vahşi piyasanın dışında da yeni, rekabetçi, kapsayıcı büyümeyi ve adil gelir dağılımını önceleyen, insanı merkeze koyan bir iktisat mümkündür ve Türkiye, bu anlayışı geliştiren, uygulayan örnek ülkelerden biri olacaktır.