Bir süredir, özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomileriyle ilgili olarak, potansiyel, güncel veri setleri ve beklenti analizlerinden oluşan trend modelleri yerine, spekülatif, uydurulmuş haberlere göre pozisyon almaya çalışan bir “bel altı” kirli piyasa oluşturulmaya çalışılıyor. Bu kirli piyasanın belli kavramsallaştırılmaları da geliştirilmiş durumda. Örneğin, “kırılgan ülkeler”, “kırılgan beşli” gibi kavramlar son zamanların en operasyonel kategori anlatısı olarak bu “piyasanın” diline yerleştirildi.
Eskiden IMF’nin yönettiği ya da henüz IMF’nin el atmadığı ülkeler kategorisi vardı. Bu, IMF çıpası olarak nitelendiriliyor ve IMF reçetesinin pençesinde olan ülkelerin borçlarını ödemesi konusunda, çıpa adeta bir garanti oluyordu.
IMF çıpası kullanmayan ülkeler ise dalgalı okyanuslarda sürüklenen, batmaya mahkûm ülke muamelesi görüyorlardı. 90'lı yılların finansal kriz silsilesi ve Latin Amerika deneyimleri IMF çıpasının bizzat kriz nedeni olduğunu tüm dünyaya anlattı. IMF, Türkiye dâhil olmak üzere, birçok ülkeden itibar kaybederek kovuldu. Aslında kovulan bir ekonomi politikası anlayışı ve teorisiydi. Bundan sonra ise IMF çıpasının yerini bu ekonomi anlayışını amentü kabul eden küresel sermaye kurumları ve onların analistleri, ideologları aldı.
Derecelendirme kuruluşları ise bu anlayışın en ön cephedeki unsurları olarak öne çıktılar ve Arjantin’den Türkiye’ye kadar bütün yükselen ekonomiler üzerinde yeni bir ideolojik baskı, başka deyişle “çıpa” işlevini üstlendiler.
Borcu kim ödüyor?
Bunların temel argümanı, bu ülkelerin sermaye giriş çıkışlarını kontrol altına alacağı, borçlarını ödemeyecekleri ve/veya ödeyemeyecekleri üzerine kurulmuştu. Oysa tam aksine, başta Türkiye olmak üzere, şimdi “kırılgan beşli” diye anılan ülkelerin borçlarını ödememe, sermaye giriş-çıkışlarına kısıtlama getirme gibi hiçbir girişimi olmamıştır. Borçları ödeyemeyen AB’nin burnundan kıl aldırmayan ülkeleri olmuş, tam aksine, hiçbir “kırılgan beşli” ülkesi, yakın zamanda, borç ödeyememe sorunuyla karşılaşmamıştır.
Türkiye, 80'li yılların ortalarından itibaren hızlı bir liberalleşme sürecini, partiler üstü ekonomi politikası yapmıştır. Tabii ki bu politikanın hayli tartışmalı, düzeltilmesi gereken yanları vardır. Ama işin ilginç yanı, bu politikanın bütün temel yanlışları, IMF’den kalma para ve maliye politikaları anlayışının ısrarla sürdürülmesi nedeniyle oluşmuştur. Örneğin, Türkiye’yi 2001 krizine götüren kur rejimi ve yalnız borç çevrimi üzerine kurulan “kemer sıkma” politikaları, ithalata, borca dayalı bir sanayisizleştirme anlayışı olmuştur.
Bu politikalar, Erdoğan dönemiyle bitirilmeye çalışılan eskinin temel yanlışlarıydı. Aynı tablo mesela Arjantin’de de vardı.
Müdahaleci anlayış
Sermaye giriş çıkışlarını kontrol eden buna bağlı olarak sabit kur rejimine dayalı, dışarıya kaynak aktarmaya dönük aşırı borç üreten ekonomi-politikaları, uzun yıllar hem Latin Amerika’ya hem de bize “liberal” ekonomi politikası diye yutturuldu.
Mesela Arjantin’in 80'li ve 90'lı yıllardaki tüm krizleri ve Türkiye’nin 2001 krizini oluşturan temel nedenlerin arasında, merkez bankalarının uyguladığı sabit ya da yarı dalgalı kur rejimleri, para arzını dolar rezervleriyle sınırlayan, bütçeyi borç ödeme üzerine kuran, bütün yatırımları rafa kaldıran, ekonomiye yukarıdan ve dışarıdan müdahale eden tekelci-piyasa dışı anlayış vardı.
Bu ekonomilere uzun vadeli yatırımcı sermaye girişi ve bu ülkelerin dışarıda sermaye yatırımı yapmaları da yanlış ekonomi politikalarıyla engelleniyordu. Oysa şunu çok iyi biliyoruz ki sermaye ihraç edemeyen bir ülke, hiçbir zaman ekonomik olarak güçlü olamaz; sermaye ihraç edemeyen bir ekonomi, bir müddet sonra, siyasi olarak da güçsüz olur ve büyük ülkeler tarafından köşeye sıkıştırılır. Türkiye, son yıllarda bu gerçeğe uygun hareket etmiştir.
Türkiye’den 2002’den 2017 üçüncü çeyreği sonuna değin, stok farkı olarak, yurt dışına 35.5 milyar dolarlık Doğrudan Yatırım (FDI) gitmiş buna karşılık dış âlemden bize, bu sürede, 158.6 milyar dolar yatırım (FDI) gelmiştir. Bu, Erdoğan döneminin en önemli iktisadi ayrımlarından biridir. Daha önce böyle bir sermaye hareketi (FDI olarak) mümkün değildi.
Öte yandan, güncel, ödemeler dengesi olarak Türkiye’den yurt dışına FDI olarak 2016 yılında 3 milyar 147 milyon ABD Doları bazında sermaye gitmiş, bu 2017 yılı için, eylül sonuna değin 1 milyar 825 milyon dolar olarak gerçekleşmiş.
2016 yılında ise 12 milyar 771 milyar dolar FDI almış Türkiye...
Bu rakamlar, dünyada kapitalizmin tarihinin en büyük krizlerinden birinin yaşandığı ve Türkiye’de bir darbe girişiminin bulunulduğu konjonktürde gerçekleşmiştir ama tabii ki yeterli değildir.
Türkiye, uluslararası yatırım pozisyonu hacmini önümüzdeki yıllarda ekonomik ve siyasi istikrarla birlikte büyütecektir.
Bütün bunlara bağlı olarak artık şu gerçekleri bilelim; Türkiye, piyasa giriş çıkışlarının en serbest olduğu, dalgalı kur rejimi uygulayan, şeffaf bir bütçe uygulamasına ve kamu maliyesine sahip, ender ülkelerden biridir. Öncelikle dalgalı kur rejimi uygulayan bir ülkenin, vergi aracını bile kullanarak, (Tobin vb) sermaye kontrolü yapması, teorik olarak, mümkün değildir.
Bu çerçevede tam şuna dikkat edelim; şu günlerde ne kadar “piyasa” diye ortalığa dökülen ve eski sömürgeci ekonomi politikalarının mahkûmu olmuş kişi ve kurum varsa, bilin ki bunlar o kadar piyasa düşmanı ve tekelci bir zihniyetin son örnekleridir.