Dün Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) Genel Kurulu vardı.
TOBB, örgütlülüğü ve elinde bulundurduğu ekonomik gücüyle bugün dünyanın sayılı sivil toplum güçlerinden biri sayılıyor. Türkiye’nin her yerine yayılmış oda ve borsa ağı ve 1.5 milyonu aşan aktif üyesiyle ekonomik ve siyasi dengelere etki edebilecek bir iktisadi ağı Türkiye oluşturmuş durumda.
Hiç şüphesiz ki TOBB’un bu yaygın örgütlü gücü ve zorunlu üyeliğe dayanan kamusal yapısının yanlış kullanılması hatta atıl tutulması Türkiye’nin geleceğini şimdiden kaybetmesi anlamına gelir. Ancak TOBB’un hem iştirakleriyle hem de örgütlü gücü ile yürüttüğü yeni stratejinin hepimize umut verdiğini söyleyelim.
Örneğin, TOBB bünyesindeki Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) attığı adımlar ve son altı ayda ekonomiye verdiği destek tarihidir. Esasında KGF örneğinden yola çakarak TOBB gibi kurumların ne yapması, ekonomiye nasıl katkıda bulunmasını anlatacağımız gibi, yeni bir ekonomi anlayışının hatta felsefesinin ipuçları da burada bulabiliriz.
Devletçiler/Piyasacılar...
Türkiye’de uzun yıllar devletleştirme/özelleştirme başlığı altında, ekonomide devletçilik/piyasacılık tartışması yapıldı. Esasında bu tartışmanın, tam şimdilerde, ne denli yanlış bir temele bağlı olarak yapıldığını görüyoruz.
Seksenli yılların ortalarından başlamak üzere Türkiye’de devletçi ekonomi yanlıları, İngiltere’de Margaret Thatcher’la başlayan özelleştirme dalgasının Türkiye’de uygulanamayacağını savunurken bütün argümanlarını devletin planlayıp, devletin merkezini oluşturduğu bir ekonomi paradigmasına dayandırmışlardı.
Oysa bu paradigma, Sovyetler’in merkezi, bürokratik ekonomisinin tam da o yıllarda çökmesiyle tarihe karışıyordu. Ama bu anlayışın tam zıddı ve bu paradigmaya bir tepki olarak ortayı çıkan ve bir önceki yüzyılda Friedric Hayek’in yazdığı Hukuk, Yasama ve Özgürlük üçlemesine dayanan ultra-liberal paradigma, insanlık tarihinin sonu, insan aklının bulabileceği en ideal iktisadi-sosyal düzen olarak tanıtılıyordu.
Bu paradigmanın, seksenli yıllardan beri hâkim olduğu gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde yarattığı tahribat, tam şimdi bugün çok derin bir iktisadi-sosyal/siyasal kriz olarak karşımızda ve bu sonuç Hayekçi ultra-liberal tezleri olduğu gibi yalanlıyor. Peki bunun böyle olması, devletçi-merkezi bürokratik bir plancı ekonominin doğruluğunu mu kanıtlıyor? Kesinlikle hayır; ama bu sonuç bize bir üçüncü yolun olduğunu söylüyor.
KGF -aslında- ne?
Yine başa dönersek, yani TOBB ve KGF örneğimize, şöyle devam edebiliriz: Bugün, bankacılık sistemimizde, çağ dışı ipotek sistemini değiştirecek bir açılım yapan KGF sanıldığının aksine bir devlet kurumu değil. Bir AŞ olan KGF’nin yüzde 29.1 hissesi TOBB’a ait ve KGF’nin fiziki yapısı TOBB çatısı altında teşkil edilmiş. Ama KGF’nin yüzde 41.7 hissesini de piyasa yapıcı 27 banka üzerinde taşıyor. Yani KGF’nin gerçek anlamda iki sahibi var; birincisi bankacılık sistemi, ikincisi Türkiye’nin TOBB’da örgütlü özel sektörü... KGF’nin diğer büyük hissedarı ise yüzde 29.1 ile KOSGEB... Yani KGF’nin 250 milyar TL’lık kredi hacminin sahibi Türkiye’deki özel sektör ve bankacılık sektörü... Esasında bu yapı, birçok açıdan ideal bir iktisadi sistemi anlatan bir çatı olarak da karşımıza çıkıyor. Burada devlet, sisteme garanti veriyor ama bu verdiği garanti küresel bankacılık kuralları ve regülasyonları çerçevesinde.
Örneğin, bankacılık sisteminde geri dönmeyen kredi oranı yüzde 3.5 civarındaysa burada Hazine riski yaklaşık yüzde 7’yi geçmeyecek şekilde formüle ediliyor. Bu durumda 250 milyarlık bir kredi hacminin bütçedeki karşılığı 25 milyar civarı oluyor ki işin fiiliyatında bu bile abartılmış bir karşılık. Çünkü burada kredilendirme yapılırken üç temel süzgeç var; birincisi KGF’nin son derece gelişmiş derecelendirme sistemi, ikincisi bankaların kendi istihbarat ve derecelendirme sistemi üçüncüsü kredi için başvuran firmaların sistem içindeki durumları (devlete olan borçları, karşılıksız çekleri vs)
Yeni olan...
Şimdi görüldüğü gibi bu sistem devletin, banka kredileri aracılığı ile banka sistemi üzerinden, bir gelir aktarım mekanizması değil. Öte yandan, bu sistem, yalnızca bankaların kârlılıklarını maksimize etmeye dönük ultra-liberal anlayışa dayalı bir gelir aktarım mekanizması da değil. Esasında bu sistem, özü itibarıyla, devletçi/ultra piyasacı olarak, bir önceki yüzyılda birbirinin zıddı olarak var olmuş ancak birbirini, paradoksal olarak, tamamlayan iki çağ dışı anlayışı da yerle bir eden, yeni bir iktisadi anlayışı, banka sisteminden başlayarak ortaya koyuyor.
Öte yandan sistemin TOBB gibi bir çatıda olması (bu anlamda reel sektörün temsil edilmesi), diğer yandan bankaların buraya doğrudan ortak olması ve yönetim kurulunda temsil edilmeleri ve devletin de burada düzenleyici-denetleyici olması bu yapıyı yeni dönemin ideal kurumsal iktisadi örgütlülüğü olarak bize anlatıyor.
Önemli olan, böyle yapıları, müesseseleri ortaya çıkarmamız ve bunları hızla yeni iktisadi kurumlar olarak kurumsallaştırmamız. Bu model yalnız KGF için geçerli olmamalı,. bütün iktisadi kurumlarımız bu yeni hibrit -ideal- anlayışı, kendi özgün koşullarında geliştirmeye çalışmalı.
Tabii TOBB’un da bu yeni dönemde bütün kurum, iştirak ve örgütleriyle Türkiye’yi yeni sanayi devrimine götürecek dinamizmi yakalaması gerekir.
Öte yandan, bütün bunlardan bağımsız olarak, şu notu düşmek durumundayım: Dün bir gazetede çok talihsiz bir KGF yorumu okudum. “KGF aracılığı ile kullandırılan kredilerle açığa çıkan para amaç dışı alanlara gidiyormuş ya da bankalar batık kredilerini temizliyormuş” Öncelikle kulaktan dolma münferit örneklere genelleme yapma alışkanlığı, bizde 12 Eylül yönetiminin liselerde mantık derslerini kaldırmasından sonra bir toplumsal sorun olarak yaygınlaştı. Ama burada üniversitelerimizin de her alanda metodoloji derslerini kaldırmasının da buna hizmet ettiğini ekleyelim. Sonuçta bu sorun o yazarın ya da editörün değil; biraz Yekta (Saraç) Hocamın YÖK Başkanı olarak ele alacağı bir sorun gibi geliyor bana...