Dün gelen mart ayı işsizlik verisi ve mayıs ayı bütçe gerçekleşmeleri Türkiye ekonomisinin bütün dış olumsuz şartlara rağmen çok önemli bir avantaj yakaladığını bize gösteriyor.
Bu veriler hepimize benzersiz bir potansiyeli gösteriyor. İşsizlikte, özellikle tarım dışı işsizlikteki güçlü düşüş ve bütçede geçen yıla oranla vergi gelirlerindeki artış önemli. Ancak bu tablonun daha da düzelerek sürmesi için yeni bir yol haritasının gerekli olduğu kaçınılmaz. Türkiye ekonomisi adeta çok önemli bir fırsatın eşiğinde olduğumuzu ve bu fırsatı değerlendirmemiz gerektiğini bu verilerle anlatıyor.
Gelişmiş ülkeler içinde bulundukları krizi aşmak için Endüstri 4.0’a hazırlanıyorlar. Çünkü bu alanda Çin ve Güney Kore başta olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerle ciddi bir rekabet onları bekliyor. Çin bu konuda “Made in China 2025” programını başlatmıştı. Bu programın sonucu olarak devlet, üniversiteler ve yatırımcılar, ticari uygunluğa sahip binlerce patenti üretti.
Çin Devlet Konseyi, bu alanda rekabetin ve piyasa işlerliğinin önünü açtı.
Öte yandan, Güney Kore de Endüstri 4.0’ın KOBİ’ler ile ayağa kaldırılacağına inanan ülkelerden biri. Bu ülkede de Çin’de olduğu gibi devlet denetiminde bir program başlatıldı: ‘Üretim 3.0’. Programın somut hedefleri var. Hedeflere aksamadan ulaşılırsa 2020 yılında 10 bin Güney Koreli KOBİ, akıllı ve küresel standartlarda yüksek teknoloji kullanan üretim bantlarına sahip olacak...
Bu, devletin piyasanın yolunu açtığı yeni bir kalkınma yoludur. Yani yerli ve milli meselesine belki biraz böyle de bakabiliriz.
Futbol ve Avrupa...
Şimdi Avrupa Futbol Şampiyonası ile birlikte Fransa’da sokak çatışmalarını izliyoruz. Aslında bu çatışmalar, kâr oranları sürekli düşen geleneksel sektörlerin devlet eliyle kurtarılması operasyonuna karşı direnişin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Fransa’daki yeni iş yasası, artık bitmiş ve Asya ülkeleri rekabet imkânı olmayan geleneksel sektörlerdeki emek verimliğini -dolayısıyla kârlılığı- artırmaya dönük bir gerici restorasyon amaçlıyor. Avrupa, geçmişte büyümesini ve krizlerden çıkışını önce iç pazarı sömürerek daha sonra en yakın bölgeden başlayarak kendi hinterlantlarını sömürgeleştirerek sağlamıştır. Kendi şirketlerini ve ürünlerini yüksek gümrük duvarlarıyla koruyan, gerekli hammaddelere sınırsızca el koyan ve geri kalmış ülkelerden düşük ücretli emek ithal ederek büyüyen Avrupa’nın bu yolu artık tıkandı.
Fransa Milli Takımı’na bakın, neredeyse tamamı Afrika kökenli göçmen futbolculardan oluşuyor. Bu futbolcuların anne ve babaları, insanlık dışı koşullarda şimdiki Fransa’yı inşa ettiler. Şimdi bu ucuz emek artık yok; o zaman Avrupa’nın kendisine yetişen Asya ile eskisi gibi rekabet etme şansı yok.
Tabii bu koşullarda Asya’ya yanı başlarındaki Türkiye’nin eklemlenmesini istemiyorlar. Hasta Avrupa’yı terk etmeye hazırlanan İngiltere’de bile, şimdiki Avrupa yanlısı Muhafazakâr Parti, “Merak etmeyin Türkiye AB’ye giremez” diye propaganda yapıyor.
Peki, bu koşullarda Türkiye ne yapmalı? Biz elimizin altındaki bu ekonomik potansiyeli ve tarihsel fırsatı Pasifik Asya gibi değerlendirebilir miyiz?
Türkiye’nin yolu...
Türkiye, iç pazara dayalı geleneksel sanayileşmesini tamamlamıştır. Burayı şu an içinde bulunduğumuz yapısal sorunları da çözerek tamamlayabilirdik. Ama olmadı. Şimdi Türkiye, kendi bölgesinin teknoloji ve finans üssü olmayı hedefleyen ve böylece kendi sınırları dışındaki ekonomik hinterlanda hakim olan yeni bir büyüme-kalkınma yolunu hedeflemelidir. Batı’nın yoksullaştırarak ele geçirdiği bölgesel hakimiyet yolunu Türkiye, hep birlikte zenginleşme hedefi yoluyla sağlayabilir. Örneğin Japonya, 2. Dünya Savaşı sonrası, komşusu Pasifik ülkelerine mal ve teknoloji ihraç ederek büyümüş ve kendine özgü bir kalkınma yolunu seçmiştir. Bugün Asya kalkınmasının başarısında Japonya’nın bu karşılıklı kazanmaya dönük kalkınma anlayışının büyük payı vardır.
Türkiye, yakın gelecekte, Doğu Avrupa, Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika için benzer bir yolu seçebilir. Türkiye’nin nüfus, pazar ve sanayi olarak gücü ortadadır.
Türkiye, Osmanlı’nın parçalanmasıyla uzaklaşmak zorunda kaldığı bütün stratejik pazarları bu anlayışla hedeflemelidir. İslam coğrafyası ise ekonomik kalkınma ve siyasi istikrar için yüzünü Türkiye’ye zaten dönmek zorundadır.
Bu açıdan, Türkiye-Rusya, Türkiye-Suudi Arabistan ve Filistin sorununun Gazze ablukasından başlayarak çözülmesiyle birlikte, Türkiye-İsrail ilişkileri gelecek dönemde kapsamlı bir bölgesel kalkınma için hayati önemdedir.
Türkiye, bu tarihi fırsatı bütün vesayet dönemlerinde Batı’nın kendisine dayattığı ve oradan ithal edilen, bilim dışı iktisat ideolojisini tasfiye ederek değerlendirebilir. Bugün yakalanan başarıyı ve İstanbul’un dünya krizinin şu döneminde dünyanın en önemli altyapı projelerinin merkezi olmasını biz bu iktisat anlayışını aştığımız ölçüde elde ettik. Ancak, bu potansiyel ve fırsat tesadüflere bırakılamaz...