2008 yılında ABD’de başlayan sistemik krizin, 1929 krizi gibi, hızlı radikal bir yeniden paylaşım süreciyle çözülecek bir topyekûn çöküş olmadığı artık ortaya çıktı. Bu kriz, 1929 krizinden çok daha yaygın ve derin. Ve böyle olduğu için de yalnız Batı’nın kendi içindeki yapacağı bir düzenlemeyle aşılması imkânsız.
İkinci Savaş sonrası savaşın mutlak galibi ABD- idi. Sovyetler de gücünü ve etkinliğini kabul ettirmiş ve sistemin yeniden inşası için vazgeçilmezler arasına girmişti. Savaş sonrası “yeni dünya düzeninin” tüm kurumları, ABD’nin önderliğinde ve “ABD’nin çıkarları, tüm gelişmiş ülkelerin de çıkarıdır” tespitine bağlı olarak şekillendi. BM, Dünya Bankası IMF gibi kurumlar, 1929 krizinden çıkış için en tutarlı teoriyi oluşturan İngiltere’nin parlak iktisatçısı Keynes’in bile önerilerini, tezlerini dikkate almadan, ABD’nin Sovyetler'le zımni anlaşmasına bağlı olarak oluşturuldu. Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler, ABD ve Sovyetler arasında -adeta- paylaşıldı.
Şu 1947 yılı...
1947’den itibaren, Türkiye’nin de içinde olduğu, gelişmekte olan ülkeler IMF’nin basmakalıp iktisadi reçetelerine mahkûm edildiler. Aynı yıllarda Ortadoğu yeniden şekillenmeye başladı. İsrail devleti ortaya çıktı ve şimdi yerle bir olarak yerlerini Amerikancı diktalara ve terör yapılarına bırakan Baas iktidarları, Mısır, Suriye ve Irak’ta yine aynı süreçte inşa edildiler. Bugün Ortadoğu’da olan biten, bu yapının olduğu gibi çözülmesi ve eskiye ait bütün dengelerin yerle bir olmasına bağlıdır. ABD’nin karşısında 2. Dünya Savaşı sonrası dünyası yok. Pasifik Asya, yalnız savaştan mağlup çıkmış bir Japonya’dan ve devrim sonrası ne yapacağını bilmeyen Çin’den ibaret değil. Çin, artık başka bir dünya ve her an bütün dengeleri bozacak güce sahip. ABD’nin karşısında statüko için kendisiyle uzlaşacak bir Sovyetler de yok. Rusya’nın yeni genişleme stratejisi, kalıcı detant üzerine değil, dışa açılarak ve güçlenerek genişleme üzerine oturuyor. Latin Amerika’da ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrasya coğrafyasında ise, ABD’nin bölgesel aparatı olarak, az gelişmişliğin kısır döngüsünde kıvranacak ülke pek kalmadı. Bu ülkeler, 90'lı ve 2000'li yıllarda arka arkaya gelen krizlerden sonra basmakalıp IMF reçetelerinin geçerli olmadığı hatta krizin nedeni olduğunu gördüler ve görece özgün bir ekonomi-politikasını uygulamaya başladılar.
İflas her yerde...
İşte bütün bunlara bağlı olarak da tam bugün, 1929 krizinden daha derin bir küresel sistemik krizle karşı karşıyayız. 1929 krizi, dünya savaşı ve ABD’nin hegemonyasıyla aşıldı. Şimdiki kriz ise, tam da ABD’nin bu iktisadi ve siyasi hegemonyasına bağlı olarak inşa edilen eski sistemin krizi ve bu eski sistem aşılmadan son bulması çok zor.
ABD, bunu görmediği ve 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan koşullarda davrandığı müddetçe kriz, öncelikle kendisi için derinleşecek. Eskiden olduğu gibi tek boyutlu ve yalnız iki ülkeye (ABD-Sovyetler Birliği) dayalı detant yok; şimdi çoklu işbirliklerinin, bölgesel ekonomik birliklerin buna bağlı üst düzey teknoloji alışverişinin, her düzeyde, yolu açık.
Bütün bunların dışında, ABD merkezli ekonomi ve siyaset anlayışının, pratik düzlemde değil, en üst düzlemde teorik ve bilimsel olarak da iflas ettiğini barış ve ekonomi alanında verilen Nobel ödüllerine bakarak da anlayabiliriz. Nobel Barış Ödülü bu yıl nükleer silahlanma karşıtı bir sivil toplum kurumuna verildi ama ABD’nin egemenliğindeki eski siyaset (ki K. Kore de bu siyasetin bir parçasıdır) dünyayı nükleer silahlarla tehdit ediyor.
Nobel iktisat ödüllerinin serüveni ise daha çarpıcıdır. Çünkü krize çözüm üreten, ülkelerini krizden çıkartacak yenilikçi ve neoliberal paradigmayı aşan eleştirel ve alternatif iktisat teorileri yerine, Nobel, uzun süre iktisat teorisini firma ve bireysel kâr maksimizasyonu çerçevesinde matematikleştiren iktisatçılara verildi.
Kalkınma iktisadı ve Keynes ekolü adeta yok sayıldı. Bugün neoliberalizm öldü diyen Joseph Stiglitz ise 2001 yılında, şimdiki eleştirileri ve Keynesyen görüşleri nedeniyle değil, asimetrik bilgi teorisi konusundaki çalışmaları nedeniyle Nobel’i George Akerlof ve Michael Spence ile paylaştı. Şimdi ise Nobel Komitesi, ABD’de üretilen hakim iktisadın bu kısırlığını aşmanın yolunu ekonomiyi psikolojiye havale etmekle buldu. Bu sene de ekonomik karar alma mekanizmalarında bireysel psikolojik etkiyi araştıran, piyasaların oluşumunda rasyonel birey yerine, sosyal tercihleri ve psikolojiyi ikame eden çalışmalarıyla davranışsal iktisadın babalarından Richard Thaler kazandı. Esasında Thaler’i şöyle de okuyabiliriz; ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “yarattığı” rasyonel birey yerle bir oldu; artık o rasyonel robotlaşmış insanlar çalışmıyor.
Sonuçta, ABD’nin bugün attığı her adım, eski rasyonaliteye dayanıyor ve bugün için rasyonel, uygulanabilir, sürdürülebilir değil.