İki dünya savaşının yaşandığı bir önceki yüzyılda bile dünyanın iktisadi ve siyasi dengeleri bu denli hızlı değişmemişti. 20. yüzyıl insanlığın çok büyük acılar yaşadığı bir zaman dilimiydi ve iki büyük savaşın sonuçları, şimdiki siyasi ve iktisadi dengeleri 20. yüzyılın daha ilk yarısında oluşturmuştu. Sonu savaş da olsa, o zamanlar gelişmiş ülkeler, pazar ve siyasi egemenlik için ne yapacakları biliyorlardı. Diğerleri gibi sömürgesi olmayan ve hammadde tedariki, pazar için sıkışmış Almanya’nın, İngiltere’nin eski imparatorluk hâkimiyetinden pay almak için saldırmaktan başka çaresi yoktu. İngiltere ise artık tek başına “eski topraklara” hâkim olamayacağını çoktan anlamış, hızla yükselmekte olan ABD ile zorunlu ittifaka razı olmuştu. İngiltere, “eski” sömürgeciliğin para sistemi olan Altın Standardı sisteminden bile sessiz sedasız vazgeçmiş ve ABD’nin parasal egemenliğine giden kâğıt para sistemine, iki dünya savaşı arasındaki dönemde geçilmişti. İngiltere’nin merkantilist egemenliğinin en önemli göstergesi olan altın konvertibilitesi tarihe karışmış ve merkez bankaları, siyasi egemenliğe dayalı parasal muhasebe oyunlarıyla ekonomik istikrarı sağlamaya odaklanmışlardı.
Britanya örneği...
Bu sistem, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, ABD önderliğinde oluşturulan Bretton-Woods sistemiyle de -Keynes’in köklü itirazlarına rağmen- pekiştirilmişti. Bunu şunun için anlatıyorum; o zamanlar, Britanya, hızla bütün tarihi “imparatorluk” reflekslerinden hızla çark etmişti. Britanya’nın bir commonwealth (kadim zenginlik ve hâkimiyet birliği) olarak, yüzyıllardır süren temel sömürgecilik kurumlarından -mesela altın standardı- vazgeçmesi hem kendi hem de dünya kapitalist sistemi için akıllıca ve stratejik karardı.
Aksi halde, bırakın üzerinde güneş batmayan imparatorluğu, Birleşik Krallık bile paramparça olabilir, Kara Avrupa’sı ya da ABD’nin küçük uydu devletleri haline dönüşebilirdi. İngiltere’nin bu stratejik aklı ve gereğinde tarihi geri çekilme durumuna geçmesi bugün de geçerli. Örneğin Brexit böyle bir karardır.
Ancak tam bugün ABD, tıpkı yüzyıl önce İngiltere’nin yaptığı gibi, geri çekilmesi gerekirken bunu -büyük bir şaşkınlık haliyle- yapamıyor ve “eskide” çok da akılsızca ısrar ediyor. ABD’nin bırakın Pasifik'te ve Ortadoğu’da bütün ittifaklarını yerle bir eden şaşkınlığını şu Fed konusunda yaptığı tartışmalara baktığınızda bile nasıl bir açmaz içinde olduğunu anlıyorsunuz.
Fed Başkanı!?..
Şu yeni Fed başkanı konusundaki tartışmalara bakın. Şimdi de söyledikleri ABD’de bile 2008 kriziyle sonuna kadar yalanlanmış John Taylor’u Fed’in başına getirmeye çalışıyorlar. Bretton-Woods sisteminin temel işleyiş mekanizması, ülkelerin ödemeler dengesini dolar bazlı düzenlemektir. Yani dolar fazlası veren ülkeler dolar açığı veren ülkelere, fiyat mekanizması yoluyla -iç fiyatlarla dış fiyatların eşitlenmesi kuralı- dolar transfer ederler. Bu transferin-borç sisteminin kurallarını ise bir Bretton-Woods kurumu olan IMF belirler. ABD, açık veren bir ülkedir ama o, IMF kurallarından, doları ihraç eden ülke olduğu için azadedir. 2. Dünya Savaşı sonrası tüm para politikası 1960’larda Phillips hipotezinden başlamak üzere, bunun üzerine kurulmuştur. Esasında şimdi Fed başkanlığı için konuşulan Taylor’un tezleri de buraya dayanır.
1960’lı yıllarda ortaya atılan Phillips Eğrisi hipotezi, ekonomide işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasında negatif yönlü bir ilişki olduğunu iddia eder. Bu ilişkiyi veri alan bazı merkez bankaları politik tercih olarak istihdamı artırmak için enflasyonist politikalar izlemeye başlamışlardır. Ancak 1973 krizi bu tezi işsizlik ve enflasyonun bir arada olduğu bir çıkmazla yalanlamıştır.
Yüksek faiz = Savaş...
Burada hâkim para politikası, tercihini istihdam ve büyümeden yana değil, finansal kârlılık ve enflasyon önleme üzerine kullanmış ve bunun için de tek denetim değişkeni olarak faiz hadlerini belirlemiştir. Merkez bankalarının gerçekleşen enflasyon ve beklenen (hedef) enflasyon arasında bağlantıyı yakalaması için büyüme oranını denetlemeleri gerekir ve bu da faizle sağlanır tezi Taylor Kuralı’nın çıkışıdır. Taylor kısasa şunu söylüyor; merkez bankaları büyüme potansiyeli ile gerçekleşen büyüme arasındaki farkı gözeterek, beklenen enflasyonu faizle sağlayabilir. Bu tezin zorunlu sonucu, faiz hadlerinin sürekli beklenen enflasyondan yüksek tutularak finansal “istikrarı” (kârlılığı) yukarı çekmektir. Nitekim Chicago Fed Başkanı Charles Evans, bu kuralın artık geçerli olamayacağını, bundan böyle esas olanın enflasyon değil, işsizlik olduğunu, bir süre önce söylemiş ve Fed’in uzunca bir süre faiz artırmasının mümkün olamayacağını iddia etmişti. Esasında önce Bernanke sonra da Yellen’in politikalarının temeli Evans’ın söylediklerinde gizlidir.
Peki, tam da Trump’ın İran’la ilgili savaşa gidebilecek çıkışının olduğu günlerde faizci Taylor’un Fed başkanlığının konuşulması sadece tesadüf mü? Bizce hayır; benzer senaryo 1995’te olmuştu ve Greenspan ve Clinton faizleri artırarak Bush iktidarlarının temelini atmıştı.
Ancak ABD’nin eskiye dönmekle olan bu ısrarı, eskisi gibi, hedefindeki ülkeleri değil, önce kendisini vuracak. ABD, bir zamanlar İngiltere’nin yaptığı gibi, ittifaklar kurarak geri çekilmeyi bilmezse yalnızca Asya’nın hızlı yükselişini çabuklaştırır.