Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, “aile değerlerini yıpratan, gayri ahlaki durumları normalleştiren” dizilerden yakınıyor ve ekliyor:
“Ama en çok şikâyet edilen diziler en çok izleniyor”.
Bakan bunu, “Toplumda kafa karışıklığı var” diye açıklıyor.
Olabilir.
Ama bence başka açıklamaları olmalı...
İki ihtimal var:
Ya seyirci, “Şuna bir bakayım, şikâyet edebileceğim ne çıkacak” duygusuyla, bir müfettiş edasıyla dizi izliyor ve böylece dizilerin reytingine reyting katıyor.
Ya da daha mantıklısı- “Hem ağlarım hem giderim” diyen taze gelin misali hem sızlanıyor, hem izliyor.
Ortada bir “kafa karışıklığı”ndan ziyade bir ikiyüzlülük seziyorum ben...
Şikâyet konularına bakıyorum:
İçki tüketiminde rekorlar kıran toplum, ekranda Behzat Ç’nin bira içmesinden rahatsız oluyor.
Şiddet ve tecavüzün en yaygın yaşandığı ülkenin aileleri, Ali Kaptan, eşine tecavüz etti diye ya da Fatmagül’ün başına mahallenin magandası üşüştü diye ayağa kalkıyor.
“Nataşa sektörü” adında bir sektörden pekâlâ haberdar olanlar ve o sektöre müşterilik yapanlar, Rus kızların esir gibi pazarlandığını gösteren diziye isyan ediyor.
Bir başka dizide, ansızın eve geliveren bir afet, aile içi ilişkileri altüst etti diye, kendi evinde benzer deneyimler yaşayanlar ayaklanıyor.
Korkarım ki, dizi seyircisi, aslında kendisini en iyi yansıtan aynalara bakıyor ve en çok onları taşlıyor.
Seyrettikçe kendini buluyor, kendine kızıyor. Taşladıkça suçu üzerinden atıyor; vicdanı azabını dindirip ferahlıyor.
* * *
Ne yazık ki bu davranış kalıbının örneklerini gündelik hayatta da sıkça görüyoruz:
12 Eylül’de, şimdi Raci Tetik’le yeniden hatırladığımız Mamak’ta neler yaşandığını bu toplumun bilmiyor olması mümkün mü? Onca işkencenin, zulmün, yargılı yargısız infazın sesi, şehirden duyulmamış olabilir mi?
O dönem duyduğumuz çığlıkların ve sızlayan vicdanımızın sesini alkış sesiyle mi bastırdık acaba?
Bugün yargıladığımız, kınadığımız, lanetlediğimiz, şikâyet ettiğimiz rejimin en büyük destekçisi olduğumuzu, sandıklara koşup yüzde 90’ın üzerinde “Evet” oyu attığımızı ne çabuk unuttuk?
* * *
Tersi de mi doğru acaba?
1960’ın 26 Mayıs sabahı omuzlarda taşıdığımız Başbakan, ertesi sabah yargılanmaya götürülürken sessiz kalışımız, idam sabahı olanlara uzaktan bakışımız da madalyonun öbür yüzü mü?
En nefret ettiğimizi sevmekte olduğumuz kadar, en sevdiğimizi satmakta da mahir miyiz?
Demeye çalıştığım şu:
Diziler topluma “kutsal değerlerimizi yıpratacak” bir şey empoze etmiyor.
Senarist, konusunu, karakterlerini bu toplumdan damıtıyor.
Yönetmen, sokakta, evde gördüğünü çekiyor.
Ekranda gördüğümüz şey, bizi ne kadar iyi yansıtırsa o kadar ilgimizi ve tepkimizi çekiyor.
Kendimize benzettikçe telefona sarılıp iyice bir benzetiyoruz.
Öyle olmasa, örnek alınabilecek bunca edepli dizi dururken ille “edepsiz”e kilitlenmeyi ve en çok ondan şikâyet etmeyi nasıl açıklayabiliriz?