Can Dündar ve Aslı Aydıntaşbaş’a büyük ilgi gösteren Diyarbakırlı gençler, süreçten ve gelecekten ne kadar umutlu olduklarını anlattı.
İsmet Özel‘in “Kanla Kirlenmiş Evrak“ında şu dizeler yazılıdır: “Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında/
Öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan,/
saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda./
Acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman, /
acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim.
Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim.”
Bir mülteci kampı
Diyarbakır’daydık.
Salon hınca hınç doluydu.
Kürsüde Gıda ve Tarım Bakanı Mehdi Eker, heyecanla şehri Diyarbakır’ı anlatıyordu.
Şehrin bir dönem, köyü yakılanların sığındığı büyük bir “mülteci kampı“na dönüştüğünü, “açık bir yara gibi” kanadığını, orada yaşayan gazetecilerin bile şehirle ilgili sadece savaşa dair “karanlık sözler“ yazdığını söyledi.
Sonra da belki sadece İsmet Özel‘i bilenlerin anladığı özel bir dille yeni dönemi haber verdi:
“Şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim.”
Güzelliği başına bela
Açık bir kitap gibi gerçekten de Diyarbakır...
İlk sayfalarında 30 medeniyet emzirmiş, güzelliğini cihana belletmiş bir bereketli ana var.
Sonraki bölümlerde -Altan Tan‘ın deyişiyle- “Güzelliği başına bela olmuş“, asırlarca paylaşılamamış, savaşlara, yağmalara, yıkımlara tanık olmuş. “Zar atılmış tabutların üzerinde...”; kan kaybından solup harabeye dönmüş.
Bu ara barış umuduyla uyanıyor kanla kirlenmiş yatağında...
Bahçeler, bedestenler, hanlar, konaklar eskisi gibi canlı...
Yine ezan sesi, çan sesine karışıyor sabahları...
Suriçi’nde çocuklar oynaşıyor, Dengbejlerin nefesi duyuluyor serin avlulardan...
İki bahar bir arada yaşanıyor.
Ve “küller altındaki mücevher“, gözyaşını siliyor, yaralı bir beyaz güvercinin kanadına...
PKK izin verecek mi?
Barış, hem köşeyi dönünce karşılaşılacakmış gibi yakın, hem dağın ardına saklanmış kadar uzak...
Çünkü yeşeren sadece mayın tarlasında çiçekler, şehit evlerinde ümitler değil... Yeşeren, aynı zamanda bunca yılın şiddet ortamında ifade şansı bulamamış fikirler, bireyler, örgütler, cemaatler...
Nicedir suskun Hizbullah sahneye çıkıverdi işte...
Dağdan ineceklerin ne olacağı hala belirsiz...
Korucular “Barış gelirse biz ne olacağız“ diye bekleşiyor.
Aleviler, Selefiler, Fethullahçılar, Süryaniler, sürecin ne getireceğine kulak kabartmış halde...
Kürt eşcinsellerin toplantısı var gelecek ay...
Barış güneşi, nicedir ortaya çıkamayan, kuytuya saklanan farklı renkleri bir anda cesaretlendirdi; hepsi pıtrak gibi ortaya serildi.
Şimdi zor soru şu:
Yıllardır devletle hakimiyet savaşı veren PKK, buna ne kadar hazır? Bu çokrenkliliği hazmedebilecek mi? Bölgede her görüşün, dinin, eğilimin ifade şansı bulacağı demokratik bir ortam oluşmasına göz yumacak mı?
Yoksa, “Buralar benden sorulur“ tavrı içinde mevzi ve güç mücadelesine silahsız mı devam edecek?
Bölgenin geleceğini biraz da bunun yanıtı belirleyecek.
Sürecin ilk ikramiyesi
Yemekten sonra Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay‘la yaptığımız sohbette, devletin de bu cevabı kolladığını fark ettim.
Üniversitede patlak veren ve hızla başka yerlere sirayet eden Hizbullah çatışmasını sorduğumda yüzü asıldı. Burada İran gibi bir dış faktörden ziyade, Hizbullah’ı yetiştiren kirli odakların parmağı olması ihtimaline daha yakın durduğunu hissettim.
PKK’nın silah bırakarak çekilmesinden söz ederken kelimeleri özenle seçti; bunun “nihai hedef“ olduğunu vurgularken, “karşı taraf“ta “makul tutumlar“ olduğunu söyledi; İngiltere’de bu sürecin 9 yıl sürdüğünün altını çizdi.
Önümüzdeki dönemde MHP’den değilse de Kılıçdaroğlu’nun sağduyusundan umutlu olduğunu hissettirdi.
“Akil insanlar“ın partiler arası diyalogda da devreye girebileceklerini belirtti.
Uçaktan indiklerinde Mehdi Eker‘le Diyarbakır havaalanında ne çok şehit cenazesi uğurladıklarını, sonra şehre gelince, dağda evladı ölen kaç ailenin acısına tanık olduklarını konuşmuşlar.
Aylardır şehre cenaze gelmemesi, sürecin ilk ikramiyesi...
‘Bu defa başaracağız’
Atalay‘la hemşehriyiz.
Yemekten sonra iki Keskinli sohbet ettik. O da benim gibi Hacı Taşan‘ın, Neşet Ertaş‘ın bozlaklarıyla büyümüş. Ata toprağı için daha fazlasını yapamamanın eksikliğini duymuş.
O da büyük harflerle, iddialı cümlelerle konuşmayı sevmiyor; muhtemelen benim gibi salı günleri yüksek seslerin yankılandığı grup toplantılarından rahatsız oluyor.
Ve uzunca süredir yönetici koltuğunda oturduğu devlet adına özeleştiri yapmaktan kaçınmıyor.
“İnkar, ret, asimilasyon politikaları bitti. işkenceleri, faili meçhulleri, ana dilinde konuşup türkü söyleyememe garabetini silip atıyoruz. Devlet tekrar vatandaşın güvenini kazanmaya çalışıyor. Bu defa başaracağız” diyor.
Bütün salonun “inşallah” diyerek desteklediği bir niyet bu...
Herkesin aklında kaygılar, kuşkular, keşkeler olsa da umut, duyguların en başında...
Hepimiz öyle yorulduk ki hayat hakkında karanlık sözler yazmaktan, “birçok sayfasını atlayarak bitirdiğimiz kitaba en başından başlamaya” hazırız.