O gün aslında tamamen ilgisiz bir konu vardı Meclis’in gündeminde... Sağlık tartışılıyordu.
Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey, “Arkadaşlar, Türkleri korumak için önce sağlıklarını korumalıyız” diye lafa girdi.
Bu laf, Sivas Mebusu Emir Paşa‘nın itirazına yol açtı.
Paşa, sağlığı korumanın sadece Türklere hasredilmesini eleştirirken, “Biz burada Türklük namına toplanmadık” dedi ve ekledi:
“Bu vatanda Çerkez, Çeçen, Kürt, Laz ve daha birtakım İslam kabileleri vardır. Bunları dışarıda bırakacak, ayrımcılığa neden olacak söz söylemeyelim.”
Ülkenin neredeyse tüm kültürel zenginliğini yansıtan bir meclisti. Ve daha ilk adımda bir ayrımcılık görüntüsünün doğması büyük riskti.
Bunu sezen Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa söz aldı ve dedi ki:
“Efendiler,
Burada kastedilen ve Yüksek Meclisinizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir, fakat hepsinden mürekkep İslam unsurlarıdır. Binaenaleyh çıkarlarımız ortaktır. Bunun böyle bellenmesini ve yanlış anlaşılmalara meydan verilmemesini rica ederim.”
“Müslüman”, “Türk”, “Türkiyeli”
İlk Meclis’e damgasını vuran anlayış, bu konuşmadaki iki sözcükte gizliydi:
“Çıkar birliği...”
O günün koşullarında bu birlik, “İslam” çatısı altında sağlanmaya çalışılıyordu.
Gerçi o çatı da, “gayrimüslim” unsurları dışlıyordu, ama yine de sonradan onun yerini alacak “Türklük“ çatısı kadar dar değildi.
Mustafa Kemal Paşa, 1921 Anayasası’nın değişiklik taslağını kendi eliyle düzeltirken “Türkiyeli“ tanımını kullandı.
Cumhuriyet, “aidiyet“ için din ve etnik köken yapıştırıcılarını denedikten nice sonra, kalıcı bağı buldu:
“Gönüllü yurttaşlık... Anayasal kimlik...”
Bunlar, içinde herkesin kendine yer bulabileceği, “ortak çıkar“ın sağlanabileceği tanımlardı.
İlk Meclis’ten son Meclis’e devredilen miras budur.
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilk yıllarında Meclis’te milletvekillerine hitap ederken.
Yetki kıskançlığı
Diğer mirasa gelince...
Onun adı da “yetki kıskançlığı...”
İlk Meclis, belki sıradışı kuruluş koşullarından, belki lider sultası tanımayan dikbaşlılığından, yetkileri konusunda son derece hassastı.
İşgal kuvvetlerinin Ankara’ya yaklaştığı, savaş baskısının iyiden iyiye arttığı anlarda dahi, kendisine ait yetkileri devretmemek için kıyasıya direndi.
1920’deki ilk anayasa tartışmaları sırasında, Meclis’in yetkilerinin kanun ve anlaşma yapmakla sınırlandırılması söz konusu olunca milletvekilleri “Meclis’in görevleri sınırlandırılamaz” diye ayağa kalktı.
Meclis’in yetkilerinin anayasada belirtilmesine bile karşı çıkıp “Zaten kayıtsız şartsız egemen olan biziz“ dediler.
Atatürk’ten bile esirgenen yetki
O kadar ki, Mustafa Kemal Paşa o olağanüstü şartlarda yetkileri elinde toplamaya kalkıştığında Meclis’teki muhalefet ona bile direnmiş, Reis Paşa, “Bu şartlar altında ben ve Bakanlar Kurulum göreve devam edemeyiz” konuşmasını yapmak zorunda kalmıştır.
Belki de Türkiye’nin en demokratik meclisinin kurulduğu gündü 23 Nisan...
93 yıl sonra bugün yine Türkiye’ye söyleyeceği çok söz var:
“Türklük”, “anayasa”, “yetki” meseleleriyle meşgul olan Meclis’e de...
El kaldırmak için, vicdanının sesine değil, liderinin sözüne kulak veren milletvekillerine de...
Atatürk‘ten esirgenen yetkileri şimdi “Başkan“a devretmeye, kendi rolünü hiçleştirmeye kolaylıkla razı olan yeni Anayasa heyetine de...