İsmi büyük, yarattığı heyecan küçük Fransa-Belçika maçı kan şekerini yükselten bir akşam yemeği misali göz kapaklarımda bir ağırlık, bolca esneme ve bunlara karşı koymak için yarım demlik çay ile sonuçlandı.
Belçika futbolu yıllardır bir klişenin arkasına saklanmış, altın jenerasyon... Ancak gelin görün ki, ismi janjanlı bu kuşak vadettiği topu hiç oynayamadı. Bugün artık bunun bir altın değil kayıp jenerasyon olduğunu kabul etmek lazım. Ha, diyebilirsiniz ki 2018 Dünya Kupası’nda yarı final oynadılar. Ama beklenti bu kuşağın illa bir turnuvadan kupayla ayrılacağı yönündeydi.
Kader bu ya, o gün de onları eleyen bugün gibi Fransa olmuştu.
Maça beş hücumcuyla başlayan Belçika’da sorun, atak başlangıçlarında yaşandı. Zengin bir orta sahaya sahip Fransa karşısında sayısal olarak da oyun olarak da orta sahada yetersiz kaldılar. Hücumda 4-4-2, savunmada 5-3-2 karşılayan Belçika, 60 dakika bu şekilde oyunu dengede tutabildi. Ardından Tedesco planın ikinci aşamasına geçti ve forvetten Openda’yı
Turu garantilemiş Almanya, İsviçre karşısında son grup maçına da aynı 11 ile çıktı. Genç hoca Nagelsmann, yaşından dolayı “tecrübesiz” olsa gerek, İlkay yorulur, Muisala sakatlanır demedi, üç maçta da ideal 11 ile sahaya çıktı. Normal diyeceksiniz, adamların neticede bir ideal 11’i var, turnuva başlamadan karar vermiş, her maç dene-yanıl yapmamış.
O halde dünkü maçı konuşmaya Nagelsmann ile başlayalım. Aslında Alman Futbol Federasyonu Başkanı’yla başlamak da iyi bir fikir olabilirdi ancak kendisinin ismini bilmiyorum. Turnuva boyunca yabancı basını da takip etmeme rağmen Alman gazetelerinde de ismine rastlamadım. Değişik Alman işleri işte... “Federasyonun ön planda olmadığı bir turnuvada Almanya’dan başarı beklemek manasız.”
Almanya için turnuva dün İsviçre karşısında başladı. İsviçre enteresan bir takım. Etkili bir anlık pres, kazanılan bir top, nefis bir Freuler pası ve Ndoye bitiriciliğiyle ilk golü atan taraf oldular. Topa daha çok sahip olan taraf Almanya olsa da, İsviçre’nin kapadığı alanlar,
Turnuvanın ölüm grubunun ismi büyük maçı İspanya-Hırvatistan karşılaşması “grup maçından çok bir çeyrek ya da yarı final eşleşmesini hak ediyordu” desem itiraz eder misiniz? Her ne kadar kafa kafaya iki takım görüntüsü çizseler de maç öncesi bir çok soru işareti barındırıyorlardı. Morata koskoca İspanya takımının santrforu mudur? İspanya savunma hattı ve kaleci Unai güven veriyor mu? Luis Enrique’den bu yana gençleşmeye devam eden İspanya, yüz yıldır aynı kadroyla oynayan tecrübeli Hırvatistan karşısında ne yapabilir? Hücum zaafı olan Hırvatistan’ın bir de atletizm, koşu mesafesi gibi fizik güçte de acaba zaafları ortaya çıkacak mı?
Peki o zaman bu soruların cevaplarını maçta arayalım.
İspanya artık kimliği olan pas oyunuyla maça başladı. Doğru saha yerleşimi, doğru pas ile önce rakibini tartıp oyunu yönlendirmeye çalıştı. Bu esnada Hırvatlar ise ilk çeyrekte kontrolü ele alıp hızlıca bir gol arayışındaydı. Aslında topu yönlendirmeye başlamış, oyuna dengeyi de getirmişlerdi.
23-24 sezonunun şampiyonu Galatasaray isminin yanına 24. lig kupasını muhteşem geçirdiği bir sezonun ardından puan rekoru kırarak yazdırdı. Her şampiyonluğun bir hikayesi ve kahramanları olur. İleride bu sezonu çokça kaos ve kavgayla hatırlayacağız belki ama hepsi yöneticilerin sebep olduğu olaylardı. Yönetimler hep kendilerinin şampiyon yaptıklarını veya hakemler yüzünden kaybettiklerini iddia eder. Ama bu gerçek değildir ve tarih yöneticileri hep unutturur, oyunun gerçek kahramanı futbolcular ve teknik adamlar sadece hatırlanır. İşte bu şampiyonluğun kahramanı da başta Okan Buruk sonra da oyuncularıdır.
Okan Buruk’un Bayern maçı başta olmak üzere ortaya koyduğu taktik planları, yoklukta bulduğu çözümlerle yeni bir Barış Alper doğurması, itidalli açıklamaları ve sezon boyu oyuncularını da aynı şekilde sadece saha içine odaklamasıyla şampiyonluğu sonuna kadar hak etti. Sezonu formsuz geçirmesine rağmen gol kralı olan Icardi, yaşlı denen Mertens’in gencecik aklı, morali bozuk Kerem’in muazzam rakamları, Uruguay değil de Spartalıymış gibi savaşan Torreira,
Galatasaray’ın stresli, Fenerbahçe’nin agresif başladığı maç şampiyonluğu son haftaya taşıdı. Adeta bütün sezonun yorgunluğunu bu maça bırakmış Galatasaraylı futbolculara, tahriklere kapılan 50 bin taraftar da eklenince takım bir türlü oyuna giremedi. 10 kişi kalmış rakibi karşısında, pas kalitesi olmayan, doğru yerleşemeyen ve isabetli şut atamayan bir görüntü izletti. Tıpkı Kopenhag deplasmanının ilk yarısı gibi. Oyun kurulumunda sorun yaşayan Nelsson, sol tarafta ters ayakla kalan Davinson, iki haftadır sorumluluk almayan Kerem Demirbay ile rakibinin eksik merkezi karşısında bile pasif bir orta saha görüntüsü, önde çoğalamayan, sürekli kanattan merkeze oyunda ceza yayı çevresinde az adam bulunan bu oyunuyla ve formsuz Okan hocayla dün Galatasaray umutlarını bir hafta erteledi.
Öte yandan derbiye bir gurur maçı olarak bakan Fenerbahçe’nin maçın ritmini ve oyun gücünü elinde tutması, 10 kişi kalmasına rağmen iyi karşılaması, etkili ön alan baskısı ve topu alan her Galatasaraylının yanına baskıya gitmesiyle
Galatasaray maça bir eksikle başladı, o da “Konsantrasyon.” Sanki o kelime unutulmuş, şampiyonluk ilan edilmiş oyunuyla 40 dakikaya yakın bir süre taraftarının yüreğini ağzına getirdi.
Peki neler oldu o 40 dakikada? Karagümrük imkanlarını iyi muhakeme etmiş, en uca fizik gücünden faydalanmak için Marcao’yu koymuş, ben bu oyunda en fazla kanatları kapatabilirim demiş. Galatasaray ise merkeze oynasa belki bu kadar zorlanmayacağı dakikalarda, iki oyuncunun etkisiz oyunuyla merkez hattı işlemedi, Abdülkerim ve Kerem Demirbay. Papatya falı misali bir iyi bir kötü oynayan Kerem Demirbay’ın basit pas hataları ve geri dönememesi sadece ön alan baskısının sürekliliğini değil, takımın kontraya yakalanmasına da çoğu pozisyonda sebep oldu.
Rakibi geri ittiremeyen Galatasaray çok defa geniş alanda yakalandı. Biraz da Karagümrük’ün yönlendirmesiyle oyunu sol tarafa yığılan sarı kırmızılarda Abdülkerim-Köhn-Barış Alper pas trafiği de oturmayınca o bölgeden top kayıpları başladı. İşte o 40 dakikada hem sarı kırmızlılar bir gol yedi hem de
Kadro kalitesi bir Sivas olmasa da 5-4-1 dizilip kalabalık savunup kontra kovalayan görüntüsüyle Konyaspor, tahmin edilmesi kolay bir planla sahadaydı. İsmail Hoca ise Fred’i ön liberoya çekip, Mert Hakan ve Szymanski’den iki 8 numara beklentisiyle maça çıktı. Hücumda kilit paslarıyla meşhur Fred geriye gömülüp, Konya ise merkezde adam adama oynayınca, ilk yarı hücuma yerleşemeyen, durağan bir Fenerbahçe izledik. Sezonun ilk yarısı ve ikinci yarısı arasında Fenerbahçe’de değişen çok konu var. Bunlardan biri de stoperleri ileri çıkartıp oyunu daraltmaktan tedirginlik duyması. Halbuki ilk yarıdaki boğucu oyunun ana unsuru daha dar alanda, daha baskılı, tamamlanamayan her hücumu yeniden merkezde hücuma doğuran bir oyun anlayışının olmasıydı. Bir klişe olacak ama o günlerde hücum gerçekten savunma çizgisinden başlıyordu Fenerbahçe’de. Dün ise geride savunma, kanatlara deplase olan Mert Hakan ve Szymanski, uzun paslar ve 6 numaraya hapsedilen Fred’in gücünden mahrum kalma senaryosunda Dzeko da
Adana Demirspor, güçlü taraftarı önünde, onların coşkusuna yakışır bir başlangıç yaptı. Daha ilk dakikada Balotelli’nin kazandığı topu Mendoza ile buluşturması, Galatasaray’da yürekleri ağza getirdi. Ama maç boyu sık sık duyacağımız o cümle ile pozisyon sonlandı: “Son anda Muslera...”
Öyle bir ilk yarı geçti ki, pamuk helva tadındaki orta sahalar biraz nemden eridi, biraz geçiş oyununun altında ezildi. Rakibinin topla oynamasına müsaade eden Demirspor’da plan, orta sahayı kullanmadan doğrudan arkaya şiddetli koşularla sarkmaktı. Özellikle savunmadan Angelino’nun ruhunun geldiği sol bekte bu sarkmaları tehlikeli bir şekilde yaptılar. Barış-Atal eşleşmesinin kazananı Atal olurken, Barış’ın sol kanatta kaybettiği toplar geçiş oldu. Balotelli’nin peşini bırakmayan Abdülkerim’den ve Yusuf-Köhn eşleşmesinden fırsat bulan Mendoza, tehlikeli her pozisyonun içindeydi. Peki Demirspor bu fırsatları neden golle sonuçlandıramadı derseniz:
“Son anda Muslera...”
Toplam 26 şutun çekildiği ilk yarı, bu sezonun en