1960 darbesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes dâhil tüm Demokrat Partililer Yassıada’ya gönderildi ve Türkiye için, 14 Ekim sabahı kendi başbakanını asacak bir süreç başladı.
592 sanık, bin 68 tanık ve 150 bin izleniyle…
62 yıl önce Yassıada’da kurulan mahkeme, suçlamaları 19 ayrı dava dosyasıyla gündemine aldı: Anayasa’yı İhlal Davası, Köpek Davası, Bebek Davası, Zimmet ve İrtikap Suçlamaları, Radyo Suistimali Davası, Örtülü Ödenek Davası, Kayseri Olayları Davası diyerek.
11 ay süren yargılamalar üç idam, onlarca yıllık hapis cezası ve memuriyetten men edilmelerle kapandı. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve partinin diğer ileri gelenlerine ise hapis cezaları verildi.
***
Duruşmalar süresince basın, sadece davayı ve idamları haklı çıkaracak bir propaganda aracına dönüştürüldü. Tutanaklar olmadan haberler yapıldı. İddialar araştırılmadan, gerçekmiş gibi yazıldı. 10 metrekarelik bir odada dağınık bir yatak ve bir sandalyeye ilişir gibi oturup idamını bekleyen bir başbakanın, üzerinde pijaması, biraz mahcup, inanılmaz yorgun bir yüzle uzaklara bakan fotoğrafının dışında, gerçek tek bir bilgi yoktu.
Haliyle belgelerin diliyle o sürecin gerçeklerini yazan, anlatan medya olmayınca, davanın hukuksuzluğunu anlamak da mümkün olmadı; ta ki 2000’li yılların ortasında duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırılıncaya kadar.
100 binin üzerinde belgenin yer aldığı 3 bin 527 ayrı klasörden oluşan Yassıada tutanakları araştırmacılara açıldığında, o gün medya; olabildiğince keyfi, ölçüsüz kamu otoritesine ve güce hizmet eden sınırlama ve uygulamalara yenik düşmeseydi, kim bilir belki de davanın seyri değişecekti.
***
Mesela Cemal Gürsel’in Menderes’e bir mektup göndererek, kendisini ülkedeki gelişmelerle ilgili olarak uyardığı iddiasını basın o gün araştırsaydı, kamuoyu söz konusu mektubun bizzat cunta ve mahkeme tarafından çarpıtıldığını, orijinalinin farklı olduğunu öğrenecekti. Mektubun orijinalinde halkın Menderes’i sevdiği ve Cumhurbaşkanı olması gerektiği belirtiliyordu.
Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’dı ve mektupla ilgili süreci anlatırken şöyle diyordu: “…Bu mektubun aslının da dosyaya konmasını istediğim için kıyamet koptu; mikrofonu kestiler, beni zorla kürsüden indirdiler, ‘Efkar-ı umumiye ne der’ diye bağırdım, olmadı sonucu değiştiremedim, sahte bir mektupla Menderes’i astılar, beni de tutukladılar.”
Apaydın tutukluyken Cemal Gürsel, kendisine “O kopyaya uygun bir asıl mektup yaz” diye baskı yapıldığını çok sonra doğruladı. Alparslan Türkeş de “Fırtınalı Yıllar” kitabında “Burhan Apaydın mektup olayını çok iyi anladı ama devamını getirmesi mümkün olmadı. Eğer o mektubun sahteliği anlaşılabilseydi, Menderes’i asamazlardı” diye yazdı.
***
Sahte bir mektupla başbakanı astıran zihniyetin toplumda açtığı yarayı o gün anlayabilseydik, gerçekte dezenformasyonun, basın hürriyetinin, ifade özgürlüğünün sadece basın için değil, hepimiz için ne demek olduğunu da kavramış olurduk. Bugün Meclis’in gündemine aldığı dezenformasyona karşı görevlendirilecek mahkemelerin karar vermesini öngören yasayı tartışıyoruz. Çünkü bu yasayla doğruluğu kanıtlanamayan, ancak halkı korku, panik ve karmaşaya sürükleyen haberleri yapan ve yayan insanların sadece hapsi istenmiyor. Bu yolla ifade özgürlüğü de abluka altına alınıyor. Bu tür yasalara karar vermeden önce tarihe bakmakta yarar var. Çünkü mahkemeler tarihi bumerang gibidir; döner bir gün sizi, bizi hepimizi vurur.