Belma Akçura

Belma Akçura

bakcura@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Yıl 1960. Samsun Kavak’ta yaşları 12-14 olan üç çocuk yargı karşısına çıkar. Pazaryerinde birkaç kişinin cebinden bir miktar para çaldıkları gerekçesiyle… Çocuklar suçlarını itiraf eder. Savcılık makamı kamuya açık yerlerde birden fazla kişinin cebinden para çalınmasının cezayı artırdığı gerekçesiyle her biri için 20 yıl hapis ister. Çalmak suçundan üç çocuğun her birine 11 yıl hapis cezası verilir. Davaya bakan emekli Hâkim Mehmet Tural, verdiği kararın ağırlığını daima taşıdığını anlatırken şöyle demişti: “Onlar daha suçun ağırlığını bilmeyecek kadar çocuktu ve ben vicdanen rahatsız olmuştum. Kanunu zorladım; oradan indiriyorum, buradan indiriyorum, takdir hakkı diyorum, şu yasaya göre, bu hükme göre diyorum, yine de 11 seneye kadar ancak indirebildim.” 

Haberin Devamı

Fakat savcı cezayı az bulur ve karara itiraz eder. Yargıtay kararı bozar ve dosya tekrar hâkim Tural’ın önüne gelir. Hâkim Tural, kararında direnir. Dosya tekrar Yargıtay’a gider. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bu kez kararı onar. Çocuklar 11’er yıl hapis cezasına çarptırılır. 

1960’lı yıllarda çaldığı için çocuklara 11 yıl hapis cezası veren yargı, 1990’lı yılların sonunda büyüklerin yolsuzluk davalarını bir tarafa bırakıp, baklava çalan çocuklara 9 yıl hapis cezası verince Türkiye ayağa kalkmıştı. Karar kamu vicdanını yaralamışsa da çocuklardan üçünün yaşı tutmadığı için cezaları 6 yıla indirilmişti. 19 ay cezaevinde kaldıktan sonra aftan yararlanarak serbest kalmışlardı. 

2000’li yıllarda da durum değişmedi. Ailelerinin maddi durumu nedeniyle okuyamayan, acıktıkları için, önünden geçtikleri deponun kilidini kırıp, çikolata ve bisküvi dolu 4 küçük koli çalan çocuklara da 8 yıl hapis cezası vererek çalmanın suç olduğu öğretildi. 

Biri çıkıp “çaldım” diyor, biri “öldürdüm” diyor, bir diğeri “öldüreceğim” diyor

***

58 yıl sonra çalmayı, çırpmayı suç sayan, çocukları dahi affetmeyen bir hukuk devletinde bir adam çıkıp, “Ben de çalıyorum ne var yani” diyebiliyor. Sosyal medya ve basında bazı köşe yazarlarının bu ifadeleri “samimi” bulmaları ise hayli düşündürücü! “Ben de çalıyorum” diyen şahıs hakkında yargının neden gereğini yapmadığını, savcılığın bunu neden ihbar kabul etmediği sorgulanmıyor bile. 

Haberin Devamı

Hırsızlığı, dolandırıcılığı, cinayetleri, silahı, şiddeti bu kadar meşrulaştıran bir toplumda her defasında “bundan daha utanç verici bir haber olamaz” şaşkınlığını yaşasak da mesleki tecrübeme dayanarak diyebilirim ki, bundan hep daha da utanç verici haberlerle karşı karşıya kalacağız… Kalıyoruz da… 

***

Çünkü hukuku tanımayanlar, yok sayanlar, sadece çaldıklarını beyan etmiyor, cinayetleri de normalleştiriyorlar. Mesela geçtiğimiz günlerde eşini bıçaklayan bir adamın saldırıyı gerçekleştirdikten sonra, elinde kanlı bıçakla eşinin sosyal medya hesabından canlı yayın yapması gibi…  

Ya da İstanbul Üsküdar’da sokak röportajı yapan muhabirin yanına gelen bir kişi, tehditler savurabiliyor çünkü adaletin kendisi için tecelli etmeyeceğinden hayli emin. 

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’u sosyal medya hesaplarından açıkça tehdit eden doktor olduğunu iddia eden Mustafa Yücel’in pervasızlığı da bunun başka bir kanıtı. Ölümle tehdit ediyor. Ofisinin merdivenlerine “dana dili” bırakıyor. Silahlı fotoğraflar paylaşarak “Oyunda ilk kişi Ankara’da ölmüş olacak, oyunun ikinci bölümü İstanbul’da olacak...” gibi şiddet içerikli paylaşımlar yaptığı tespit ediliyor. Fakat bu şahıs hakkında yapılan suç duyuruları “ifade özgürlüğü” ya da “adres bulunamadı” şeklinde karşılık buluyor. İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılıyor. Ve hemen sonrasında yine “Durmak yok, yola devam” diyebiliyor. Prof. Şenol’a da koruma verilerek sorun “çözülmüş!” sayılıyor.  

Haberin Devamı

***

Biri çıkıp “çaldım” diyor, biri “öldürdüm” diyor, bir diğeri “öldüreceğim” diyor. Nefretini kusuyor, saldırıyor, şiddete başvuruyor ama kimse bunlara dur demiyor. Yargının bu kadar itibarsızlaştırılmasının hukukçularda bir karşılığı olmalı ama o da olamıyor! 

Bu pervasızlığa, çapsızlığa, saldırganlığa karşı devletin, yargının, medyanın ve toplumun üzerine düşen çok şey olduğuna inanıyorum… Medya; bu tür olaylar karşısında haksızlıkları önemsemeyen veya önemsemeye korkan ya da en kötüsü önemsiyormuş gibi görünen insanlara hem bu ülkeye hem de topluma yakışır bir yaşamı daima hatırlatmak zorunda. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin deyimiyle; bu onurlu yaşamı göremeyenlerin çıkaracağı güçlükleri bile bile bir şeyler yapmak... Don Kişotça da olsa bir şeyler yapabilmek…