Yaşadığımız büyük depremin yarattığı travmadan edindiğimiz toplumsal bilinç ve tecrübeyle belki biraz olsun “değişiriz” diye umutlanıyorsunuz ama hiç öyle olmuyor. Aksine bazı haberler insanda çaresizlik, öfke ve utanç yaratıyor. Çünkü daha felaketin enkazı bile kaldırılmamışken, karşınıza şöyle bir haber çıkıyor: “Betonun kalitesinin düşük olduğu iddiasıyla çıkan tartışma cinayetle sonuçlandı.” Haberde, Avcılar’da kentsel dönüşüm kapsamında yenilenen bir binanın inşaatı için getirilen betonun kalitesiz olduğunu söyleyen Şantiye şefi Vedat Acar’ı, beton firmasında görevli Mehmet Raşit Koruli’nin başına çekiçle vurup, bıçaklayarak öldürdüğü belirtiliyor. Koruli’nin emniyetteki ifadesinde, “betonun kalitesi” yüzünden tartışmanın çıktığını doğruladığı öne sürülüyor. Yani biri işini doğru yapmak istediği için mezara, diğeri işi fırsata çevirmeye çalıştığı için cezaevine giriyor.
***
Oysa son bir buçuk aydır, Türkiye medyası 50 binin üzerinde insana mezar olan, milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden depremde yıkılan binalarda betonun kalitesine özellikle dikkatleri çekti. Uzmanların yıkılan binalarda kullanılan betonlarla ilgili görüşleri hemen her gün manşetlere taşındı. Depremde yıkılan ve ağır hasar gören binaların yaklaşık yüzde 90’ı için yeterli mühendislik hizmeti alınmadığı, bu binalarda beton ve donatı kalitesinin son derece düşük olduğu, hatta beton kalite değerlerinin yönetmeliğin verdiği sınırda bile olmadığı defalarca anlatıldı. Kısacası betonun kalitesinin öldürücü sonuçları üzerine yazılmayan, anlatılmayan kalmadı. Buna rağmen, binlerce insanın cesetleri hâlâ orta yerde, enkazların altındayken karşınıza çıkan haber, “İnşaatta beton kalitesi cinayeti” oluyor.
***
Medya, olayı bir cinayet vakası gibi geçiştirdi, haber üzerine hiç düşünmedi. Bu bana İranlı düşünür Daryus Şayegan’ın tarihte geride kalan ve değişime katılmayan toplumların zihin çarpıklıkları üzerine yazdığı “Yaralı Bilinç” adlı eserinde geçen bir cümleyi anımsattı: “Bir yerlerde bir şeyler değişmek zorundaysa bu değişim kafaların içinde, temeller düzeyinde, hatta en derin ve en mutsuz bilinç düzeyinde olmalıdır.” Şimdi her şey değişse de bu kafalar değişmeyince medyanın, “İstanbul’da olası depreme hazır mıyız? Hangi yapıları hızlı şekilde kentsel dönüşüme sokmalıyız?” gibi sorularının da bir anlamı kalmıyor!
***
Bizi hayatla huzursuz, uyumsuz hale getiren, mutsuzluğumuzu derinleştiren şey; sorunlarımızın hiç değişmiyor olmaması değil belki de. Sorun bu ülkede ne yaşanırsa yaşansın bazı insanların hiç değişmiyor oluşunda. Mesela İpsos’un yaptığı bir araştırmaya göre, toplum aslında deprem konusunda hayli bilinçli. “Peki, oturduğunuz dairenin depreme dayanıklılığını araştırdınız mı?” sorusuna ise yüzde 76 oranında bir kesim, “Hayır araştırmadım” diyor. Medya bilgiyle eylemsizlik arasındaki ilişkiyi, bu “yaralı” bilinçler açısından da irdelemeli. Çünkü deprem bölgesinde yaşadığımız halde bizi betonun kalitesini dahi tartışılamaz yapan şey nedir? Hiç değişmeyenlerle, öğretilmiş kaderciliğe razı gelenler arasında baş gösteren bu zihin çarpıklığı olabilir mi?
***
Ve yine bir gün sonra bakıyorsunuz; bir yanda depremde evlerini kaybedenlere üzülen, ağlayan, kapılarını açan, dostluk ve dayanışma gösteren, yardım eli uzatan insanlar, diğer yanda bu felaketi kendi menfaatine çevirmeye çalışan ev sahiplerinin tehdidi altında yaşayan kiracılar. Kiracısının evini, iş yerini basan, balta ve bıçakla saldıran, fahiş kira artışı yapan ev sahiplerine hapis cezası da olmak üzere büyük cezalar getirildiği hatırlatıldığında da “Kanun tanımam gelir sıkarım” diyen ev sahipleri!
***
Siyasetle uğraşanların unuttuğu tek şey de bu sanırım. Zihniyet. “Türkiye farklı inanç, farklı kimlik, farklı yaşam kültürlerine sahip bir hukuk devletidir” demekle düzelmiyor bu işler. Bu farklılıklara sahip olmak başka, bu farklılıklarla birlikte yaşama kültürünü oluşturmak bambaşka. İnsanı değersizleştiren bu zihin çarpıklığı yüzündendir ki, herkes kendine bir düşman yarattı. Herkesin bir ötekisi var. Deprem bile bizi bir araya getiremedi. Bizim aslında bütün meselemiz bu. Kendi hakkını ve hukukunu savunurken, başkasının hakkını ve hukukunu yok sayan, iyilikleri en abartılı en görgüsüz haliyle sunarken, kötülüğü normalleştiren zihniyete sahip bir halk. Kanun tanımamak, kurallara uymamak, uygunsuz işlerin adamı olmak, zorda olanı kapıya koymak, başkalarının hakkına hukukuna tecavüz etmek, her konuyu istismara çevirmek... Medya bu zihniyeti masaya yatırmak zorunda! Değişim siyaseten her zaman mümkün olabilir ama ya zihniyet? Yoksa bu çarpıklık her zaman olduğu gibi “eski tas eski hamam” olarak mı kalacak?