Trabzon’un fethi kutlamaları ile Sümela Manastırı’nda yapılacak ayinin 15 Ağustos’a denk gelmesi tarihsel gerçeklik açısından tartışılmayacak bir konu. Bir şehirde düzenlenecek ayinin ya da şehrin kurtuluş tarihinin doğru olup olmadığını tartışabilirsiniz. Ama ayinin fetihle aynı tarihte olmasını manidar bulmak hayli sorunlu bir bakış açısına işaret ediyor. Çünkü bu tür tartışmaları tetikleyenlerin düşmanca söylemleri; 15 Ağustos’ta “Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü” ayinini yapan Ortodoks Hristiyanlarını da hedef haline getiriyor. Öyle ki sosyal medyada azınlığı hedef alan tartışmalar, kampanyaya dönüştürülünce, ayin geniş güvenlik önlemleri altında gerçekleştirildi.
***
Trabzon’un fethinin kutlamaları 58 yıl boyunca 26 Ekim tarihinde kutlandı. Ancak bazı tarihçiler, bu tarihe farklı kaynaklar göstererek itiraz etti. Trabzon Valiliği ve Türk Tarih Kurumu’nun onayıyla son iki yıldır fetih kutlamaları 15 Ağustos’ta gerçekleşiyor. “Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü” de tarihsel açıdan Hristiyanlık içinde farklılık gösterebiliyor. Bazı kiliseler bu olayın tarihini kesin olarak belirtmiyor, ama Rum Ortodoks Kilisesi 15 Ağustos’u kabul eden kiliselerden biri. Onlar da bunu Bizans İmparatoru Maurice’in “Dormition”ın kutlamalarına dayandırıyor. Yani Trabzon’un fethinden en az 800 yıl öncesine… Onlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin izniyle 2010 yılından bu yana 10 kez bu ayini gerçekleştirdi.
***
Dolayısıyla mesele tarihlerin doğru olup olmaması meselesi değil aslında… Mesele bazı insanların kendi ideolojik duruşuna göre ayin yapılmasın diye, tarihi çarpıtmaları ya da yok saymalarında.
Peki, bu nefretin nedeni ne?
Bazı siyasetçi ya da bürokratlar ayinin Lozan’a aykırı olduğunu iddia ediyor? Nasıl aykırı? Bilmiyoruz. Oysa Türkiye Lozan Antlaşması’yla “azınlık” kabul ettiği Rum, Ermeni, Musevi olan gayrimüslimlere tanınan haklar konusunda bir sıkıntı yaratıyorsa bunu da bilmemiz gerekmez mi?
Bazılarına göre de Trabzon’un fethi ile ayinin aynı güne denk gelmesi tesadüf değil. Çünkü ayinin amacı Trabzon’un fetih tarihini “unutturmak veya gölgelemek!” Ama daha da vahimi bu ayinle Karadeniz’in aslında “Yunan toprağı” olduğu propagandasını yapmak. Sonuçta ayine karşı çıkanlar; iddialarını Pontusçuluk yapanlara, Karadeniz Bölgesi’ni Rum-Yunan ajanlarının oyun alanına çevirmeye kalkanlara kadar uzattılar. Hatta ayine karşı çıkanlara göre; 88 yıl boyunca müze olan Sümela Manastırı’nın ibadet ve ayinlere açılmasının da anlamı yok, çünkü o bölgede zaten ayine gidecek Ortodoks Hristiyan cemaati yaşamıyor. Peki, insan zaten olmadığına inandığı bir cemaatten niçin korkar ki?
***
Oysa bir şehrin tarihsel ve kültürel çeşitliliği bizi birleştirmeyecekse ne birleştirecek? Medya bu sorunun yanıtını vermedi. Sadece ortaya atılan iddiaları ve tartışmaları yazmakla yetindi. Oysa ayine karşı çıkarken kullanılan dil, nefret söylemidir. Ayini yapanların “Pontusçuluk hayalleri var” demek, hâlâ bir “düşman” yaratmak, kendi zaferine, fethine, gücüne inanamamak demektir. Azınlıklara düşmanca yaklaşarak ayini engellemeye kalkışmak, ırkçılık demektir. Özgüven eksikliğidir. O halde İslamofobi’si olanlar da dünyanın her yerine yayılmış camilerimiz de ibadeti mi yasaklayacak? Bir şehirde kültürel ve dinî süreçler birleştirici bir güç değil midir? Farklı inançlar ve kültürlerin bir arada var olması, toplumu zenginleştiren bir özellik olarak kabul edilmiyor mu? Yoksa Türkiye çok sesli, çok dinli, çok kültürlü bir ülke olmaktan mı çıktı?
O halde bu nasıl mantıktır ki, bazı insanlar olmadığını iddia ettikleri bir cemaattin bile Sümela Manastırı’nda düzenleyeceği bir ayinden bu kadar korkup etrafa kin ve nefret duyguları yayabiliyorlar.
Medya bu ırkçı tartışmaların bizi götüreceği tehlikeleri tarihsel tecrübesine dayanarak görebilmeli. Gerçeği çarpıtan, abartılı ifadelerle olayı mecrasından koparan ya da belki de kastı aşan ifadelerle başkalarını hedef haline getiren manipülatörlerin amacına hizmet etmemeli.