Bazen haberleri tersten okumayı seviyorum. Türkiye medya tarihini, Türkiye’nin tarihi olarak okumak gibi… Nerede durduğunuzun ya da nereden baktığınızın önemi yok. Hangi pencereden bakarsanız bakın medya tarihinin tamamı, Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal hafızasını oluşturuyor. Bir puzzle parçaları gibi... O bütünü tamamlayacak, eksik parçaları birleştirecek ya da olanı ve olmayanı kayıt altına alacak olan tarihin kendisi, yorumlayacak olansa gelecek kuşaklardır. Bu nedenle bir gazetecinin çalışma masasında birikmiş, yazılan, yazılamayan, bekletilen, görünen, yok sayılan her haber değerlidir. Benim açımdan 3 Mayıs, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nün anlamı da budur.
Pera Müzesi’nde 300’e yakın eserin bir araya getirilerek “Ve Şimdi İyi Haberler” sergisi işte sözünü ettiğim bu toplumsal hafızanın bir parçası. Basılı metin ve görselle ilişkisi olan sanat eserlerini “Basın Sanatı” olarak adlandırmışlar. Gazete kâğıdından kolajlar, üzerine
Bugün teknolojiyle iç içe yaşayan bazı gazetecilerin sosyal medyada yer alan söyleşilerinde bu ön yargılı ayrımcı ifadeleri görmek mümkün.
Ingmar Bergman yaşlanmayı yüksek bir tepeden bakmaya benzetir: “Yorulursunuz çıkarken ama vardığınızda görüşünüz genişler...” der.
Meslek hayatım boyunca izlediğim, tanıştığım, sohbet ettiğim, haberini yaptığım ya da birlikte çalıştığım, benden önceki kuşakta yetişmiş bazı insanların görüşlerindeki o genişliğe daima hayran kaldım... Bir süredir, hepimizin geleceği olan, ruhumuzu, benliğimizi, bedenimizi ele geçirecek yaşlanmayla nasıl bir derinlik kazanacağımızı ya da görüş alanımızın nasıl genişleyeceğini anlamak için yaşlanmayı konu alan film, belgesel, haber ne varsa izliyor ya da okuyorum.
Sorun şu ki; ön yargılarla beslenmiş yaş ayrımcılığı, dünyanın her yerinde ve daha çok ekonomik, kültürel ya da sosyal yaşam standartları ölçüsünde kendisini hissettiriyor. İnsan yaş alarak derinleşse de yaşa dair yaratılan algı hep bozuk. Üstelik insanı sadece
Savaşa yönelik yaptırımlar ya da uluslararası hukukun devreye girmesi, sivil katliamları durdurmuyor
1990’lı yıllar. George Bush’un ABD Başkanı olarak ilk, Sovyetler Birliği’nde ise Mihail Gorbaçov’un Devlet Başkanı olarak son günleri... 1990 Ekim’inde, Birleşmiş Milletlerin bahçesine Amerikan ve Sovyet nükleer füze atıklarından yapılmış bir heykel dikildi. Heykeltıraş Gürcü asıllı Rus Zurab Tsereteli. Heykelde iki başlı bir ejder ve bu ejderi öldürmekte olan Aziz George figürü yer aldı.
Heykel sıradan bir heykel değil. Heykelin yapımında 1987’de Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (Intermediate Nuclear Forces-INF) Antlaşması uyarınca yok edilen ABD Pershing II füzeleri ile Sovyet SS-20 füzesinden kalan parçalar kullanıldı. Bu iki füzenin kalıntıları “İyi, kötüyü yener” adıyla heykele dönüştürüldü.
Birleşmiş Milletlerin bahçesinde döneminin en çok konuşulan üç adamı, heykelin açılışını yapmak için bir araya geldi. Sovyet Dışişleri Bakanı Eduard
Dünya medyasına göre; ucuz şiddet şu anda “heyecan” verici olabilir, ancak etrafındaki her şeyi karartıyor. Sorun, kültürel bir varoluşu dahi, bir tokatla yeniden görünür hale getiren bir dünyada yaşadığımızın bilincinde olup olmadığımızda…
Hemen her insanın bir şekilde, çeşitli zamanlarda, herhangi bir nedenle bir kez olsun şiddete maruz kaldığını ya da şiddete başvurduğunu düşünenlerdenim. Çünkü şiddet her yerde ve hayatın her alanında varlığını sürdürüyor. Ve her şiddet, kendi içinde duygusal ya da fiziksel bambaşka travmalar yaratıyor. Buna rağmen dünya güncel politikalar üzerinden şiddeti o kadar meşrulaştırdı ki, insanlar yaşamlarına nüfuz eden şiddeti çoğu kez görmemezliğe geldi. Şiddet, sadece şiddete uğrayan veya şiddete başvuranın kimliği üzerinden önem kazandı. Bugün dünya inanılmaz şiddet olaylarıyla sarsılırken, medyanın hâlâ Oscar ödül töreninde sunucu Chris Rock’a tokat atan Will Smith’in haklı olup olmadığını tartışması bu yüzden…
Üstelik bu
ABD Başkanı Biden’a göre; Rusya’nın kullanacağı silahların içeriği savaşın seyrini değiştirecek. Medya da hangi silahın kullanılıp kullanılmayacağına odaklanıyor. Tıpkı çocukların kanlı savaş oyununda düşmanı yenmek için en zararlı silahın hangisi olduğuna odaklanması gibi…
Ukraynalı bir baba, oğluna “La Vita e Bella” filmindeki gibi, savaşı, hediyesi “oyuncak bir tank” olan bir “oyun” olarak anlatıyor mudur bilemiyorum. Ama savaşı görsün görmesin bu çağın bütün çocuklarının, sanal dünyada savaş oyunlarıyla beslenen bir zaman tünelinin içinde sıkışıp kaldığını düşünüyorum.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş, dünya savaş tarihini konu edinen pek çok eski filmi yeniden ekranlara taşırken, bazı film sahnelerindeki buzlamayla çocukları kötü alışkanlıklardan, şiddetten korumayı hedeflemiş. Ama sunduğu gerçekliğin vereceği zararı hesaba katmamış görünüyor.
Mesela; Stalin’in emrinde bir asker, iki Rus direnişçinin şakağına dayadığı silahın tetiğini çekiyor. Tetiğe
Biz, insanı çocukça bir heyecana boğan kartopu oyununu, bir delikanlının uzlaştırma çabasını kâbusa çevirirken, toprakları işgal altındaki bir ülkede insanlar, yaşadıkları kâbusu barışa çevirmek için çabalıyor
Biliyoruz ki savaşlar, insanı insanlıktan çıkarmanın en acımasız halidir. Fakat Ukraynalılar ülkeleri işgal altındayken bize başka bir şey daha öğretti; duruşun ve söylemin gücünü... Zelenskiy’nin, Rus askerlerine teslim olmaları halinde, “Size insanların davranılmayı hak ettiği şekilde davranacağız” demesi gibi... Tam da bu nedenle dünyanın izlediği bir savaştan hepimizin çıkarması gereken çok fazla ders olduğuna inanıyorum.
Rusya Ukrayna savaşına dair fotoğraflara bakın: Bombardımana tutulmuş bir şehrin yıkıntıları arasında kafası bandajlı, yüzü kanlar içerisinde bir kadın... Yüzünde ne bir endişe ne de bir korku. Aksine anlamsız bir savaşa hafif bir tebessümle meydan okuyor.
Eline tutuşturulan silahı nasıl kullanacağını öğrenmeye çalışan bir delikanlı... Yüzündeki ifadeye bakın;
Dünya tarihine hafızalarımızda yer eden iki görüntü kalmalı. Biri Rus tanklarını çıplak elleriyle durduran Ukrayna halkı. Diğeri ülkesinin açtığı savaşı protesto ettiği için yerlerde sürüklenen Rus halkı. Ve dünya, savaşa karşı çıkmak için sesini daha güçlü çıkarmayı öğrenmeli.
Dünya tarihi bize şunu öğretti; ekonomik ve askerî gücü elinde bulunduran devletlerin hemen hepsi istilacı, yağmacı, sömürgeci, işgalci. Barış zamanında bile savaşı kurgulayan, ülkeleri savaşa hazırlayan, kışkırtan, milyonlarca insanın ölümüne neden olan ve cesetlerin dışında, her şeyi kendi aralarında paylaşan kirli bir tarih… Savaş karşıtı kampanyalarıyla tanınan yazar Emma Goldman’ın deyimiyle; “Bütün savaşları kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.”
Peki, tarih her defasında aynı şekilde mi tekerrür eder? Öyle görünüyor.
Dünya medyası, Rusya işgalini seyretmekle yetinen ülkelerden,
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline dair gazeteci yorumları, uluslar ve halklar arasında düşmanlığı körükleyen; Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika, Güney Asya gibi dünyanın bazı bölgelerinde yıllardır yaşanan savaşları normalleştiren ırkçı bir zihniyeti yansıtıyor
İnsanlar her olay hakkında bilgi edinebilir, ama önemli olan bilginin kaynağıdır. İnsanın düşüncelerini, yaşam felsefini oluşturan da budur. Rusya ile Ukrayna üzerine sohbet ederken, bana tarihten bir bilgi aktaran meslektaşıma, “İlk kez duyuyorum, kaynağı ne” dedim. Beni ayıpladı, bir gazeteci olarak nasıl bilemediğime hayret etti!
Haklı. Uzmanlık alanlarına girsin girmesin; iç siyasetten ekonomiye, uluslararası politikalardan savaş stratejilerine kadar çeşitli konularda görüşüne bizzat başvurulan bir grup gazeteci var. Bilmedikleri yok, dünyada olup biten her şeye hâkimler! Devletlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal çıkmazları, uluslararası krizleri ya da çatışmaları, hatta tartışmaya konu olan ülkelerin tarihsel kimliğinden jeopolitik yapısına, savaş stratejilerinden savunma sistemlerine