Biz, insanı çocukça bir heyecana boğan kartopu oyununu, bir delikanlının uzlaştırma çabasını kâbusa çevirirken, toprakları işgal altındaki bir ülkede insanlar, yaşadıkları kâbusu barışa çevirmek için çabalıyor
Biliyoruz ki savaşlar, insanı insanlıktan çıkarmanın en acımasız halidir. Fakat Ukraynalılar ülkeleri işgal altındayken bize başka bir şey daha öğretti; duruşun ve söylemin gücünü... Zelenskiy’nin, Rus askerlerine teslim olmaları halinde, “Size insanların davranılmayı hak ettiği şekilde davranacağız” demesi gibi... Tam da bu nedenle dünyanın izlediği bir savaştan hepimizin çıkarması gereken çok fazla ders olduğuna inanıyorum.
Rusya Ukrayna savaşına dair fotoğraflara bakın: Bombardımana tutulmuş bir şehrin yıkıntıları arasında kafası bandajlı, yüzü kanlar içerisinde bir kadın... Yüzünde ne bir endişe ne de bir korku. Aksine anlamsız bir savaşa hafif bir tebessümle meydan okuyor.
Eline tutuşturulan silahı nasıl kullanacağını öğrenmeye çalışan bir delikanlı... Yüzündeki ifadeye bakın; nefret yok, öfke hiç yok... Belli ki bütün derdi işgal altındaki ülkesini savunmak!
Ellerinde küçük bir valiz ve çocuklarıyla sığınaklarda ya da sınır kapılarında bekleyen insanlara bakın. Şarapnel parçaları havada uçuşuyor, makineli tüfekler hiç susmuyor, yiyecekleri tükeniyor, elektrik ve su kaynakları kesiliyor, hayatla bağları koparılıyor ama onlar her şeye rağmen sakinler... Savaşın ortasında panik yapmadan, dünyanın gözünün önünden sessizce ağır adımlarla gelip geçiyorlar... Rus işgalcilerin yiyecek yardımını kabul etmiyorlar, kendi ülkelerini fırsattan istifade yağmalamıyorlar. Ülkelerini işgal edenlerle bir masanın etrafında karşılıklı otururken dahi birbirleriyle önce tokalaşıyorlar. Ve yakaladıkları bir Rus askerine su verip, “Anneni ara merak etmesin” diyerek telefon uzatıyorlar... İnsanlıktan çıkmadan ve insanlıktan çıkarmadan savaşın ibresini barışa çevirmenin yollarını arıyorlar.
Elbette her ülke kendi içinde ayrışmalar, kopuşlar yaşayabilir. Farklı ideolojilere, düşünce ve davranışlara sahip olabilir. Bu Ukrayna’da da var. Ama bir sabah uyandıklarında her şeylerini anlamsız bir savaşta kaybetmiş bir toplumun neredeyse tamamı, aynı ruh hali içinde olabilir mi? Toplum olma bilincine sahipseniz oluyor. Sadece fotoğraflara bakın. İnsanların yüzlerine, ifadelerine, davranışlarına, beden dillerine... Korkuyla kaos yaratmıyorlar, nefret dili kullanmıyorlar, ağıt yakmıyorlar, feryat etmiyorlar, ağlamıyorlar...
Bir televizyon kanalının, bölgedeki dehşeti anlatabilmek için bulabildiği gözleri nemli, endişeli Ukraynalı bir kadının, hep aynı kadının görüntüsünü iki hafta boyunca ekrana taşıyıp durması bundan.
***
Ve Türkiye’den haberler...
“Kartopu oyunu kanlı bitti...” Olay, akşam saatlerinde Tophane Parkı’nda meydana geldi. Bir grup genç, parkta 70’e yakın çocuk, aileler, mahalleli kartopu oynarken içlerinden birinin attığı karın, sokaktan geçen başka gruptan bir çocuğa isabet ettiği iddiasıyla başlayan tartışma, silahlı kavgaya dönüştü. Kan aktı. 6 kişi yaralandı, hastaneye kaldırıldı. 4 kişi gözaltına alındı. Bu nasıl bir öfkedir ki, çocukların kar sevincini dahi kâbusa dönüştürebiliyoruz!
Yani değişen bir şey yok. Çünkü 17 Şubat 1935 tarihinde de yine karlarla kaplı İstanbul’da çocukların kartopu oyununa büyükler de katılınca yaralanmalar, kavgalarla bir oyun kartopu terörüne dönüşmüş, yetkili makamlarca “Kartopu oynamak ikinci bir emre kadar yasaklandı” kararı alınmıştı.
Bu haberin hemen yanında bir başka ama “aynı” haber: Bir lise öğrencisi trafikteki kavga eden insanları ayırmak isterken, kavgaya karışan kalabalık grup tarafından darp edildi... Bir saat sonra aynı grup, onu bir kuruyemişçide sıkıştırıp öldüresiye dövdü, sonra da bıçakladı...
Aramızdaki fark bu işte! Biz insanı çocukça bir heyecana boğan kartopu oyununu, bir delikanlının uzlaştırma çabasını kâbusa çevirirken, toprakları işgal altındaki bir ülkede insanlar, yaşadıkları kâbusu barışa çevirmek için çabalıyor.
***
Nasıl bir ülkede yaşadığımız konusunda kafam hayli karışık...
Bir hafta boyunca birbirinden alakasız gibi görünen ama gerçekte birbirini tamamlayan onlarca haberi alt alta yazdığımda, muazzam kaynaklara sahip böylesine kıymetli bir ülkeyi nasıl elbirliğiyle kendi kendimize mahvettiğimizi görebiliyorum. Elimizde olanların değerini hiçbir zaman öğrenemediğimizi de...
Psikiyatr Erdoğan Özmen’in, Birikim dergisinde yer alan “Utanç Kaybı ve Sapkınlık” başlıklı makalesinde dediği gibi bizim bir “yetişkin”e ihtiyacımız var: “...acımızı tanıyacak, feryadımızı duyacak, içinde bulunduğumuz müşkülatı fark edecek ve anlayacak, tavır ve yorumlarıyla, söz ve davranışlarıyla buna yönelecek, söz konusu bu düşüncelilik ve özeni, dikkat ve ilgiyi, fedakârlık ve kapsayıcılığı yeterince gösterecek bir yetişkinin varlığı”na...
Mevcut tabloyu ortaya koymak, medyanın önceliklerini belirlemesine yardımcı olabilir...
Belki de önceliğimiz insanlıktan niçin çıktığımız sorusuna yanıt bulmak olmalı...