Bazen son derece doğal ve normal ve sıradan, ne bileyim zaten öyle olması gereken bir durumun altını çizerken, bir yerde bir kadın erkeklerin arasından “sıyrılıp” büyük ödülü alırken mesela ve biz buna sevinirken içim burkuluyor aynı anda. Bakın “sıyrılırken” bile başlı başına bir sorun. Önceki gün Cannes Film Festivali sona erdi ve Altın Palmiye’yi “Titane” filmiyle Fransız yönetmen Julia Ducournau kazandı. Sosyal medya paylaşımlarından görebildiğim kadarıyla sektörün içinden pek çok tanıdığım buna özel olarak sevindi. Ben de öyle tabii. Çünkü bu ödül Cannes tarihinde ikinci kez bir kadın yönetmene veriliyordu. İlki 1993 yılında “Piyano” ile “Altın Palmiye”ye “uzanan” Jane Campion idi. Aradan neredeyse 30 yıl geçmişti. Bir anlamda tarihi bir ana tanıklık ediyorduk. Bu son derece erkek ağırlıklı seçkiden bir kadın yönetmenin büyük ödülle ayrılıyor olması ne güzeldi. (Ana yarışmadaki 24 filmden sadece dört filmin yönetmeni kadın). Artık bir şeylerin değiştiğine dair ümitlenebilir miydik? Otuz yılda bir dünyamıza denk gelen bir kuyruklu yıldız olmayacaktı değil mi bu da?
Dediğim gibi bütün bunların sevindirici olduğu kadar bezdiren de bir tarafı var. Sen memnuniyet belirtirken “Sanatın kadını erkeği olmaz” deyiveriyor biri sana ve sen durduk yerde ayrımcı kişi oluyorsun. Tabii, bence de olmaz. Ben de onu diyorum. Kim istemez erkek ve kadın yönetmen sayılarını hesaplamadığımız, bunların zaten kendiliğinden dengeli olduğu, bir sene biri fazla olsa öbür sene diğerinin öne geçtiği, dolayısıyla konu bile edilmediği festivaller yaşamayı? Yani biz “sayanlar” isteriz, o kesin. Ama belli ki o günlere daha çok var. O zamana kadar saymaya devam. Sadece saymaya değil, bu konudaki hassasiyetleri gözetmeye de tabii.
Geçen hafta ödülleri dağıtılan İKSV İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışması’nda 13 filmden sadece bir tanesi bir kadın yönetmenin imzasını taşıyordu. “Bir Nefes Daha” ile Nisan Dağ. En iyi yönetmen ödülünü “Çatlak” ile Fikret Reyhan aldı. Ödülü vermek için sahneye Ercan Kesal çıktı. Kendisine pek çok açıdan saygım büyük ama konuşmasına şöyle başladı; “Yaratıcı sanat dalları içerisinde tek başına yapılamayan ama tek başına bir adamın düşleriyle ancak yapılabilen bir iş sinema”. Şimdi, diyelim ki bu “adam” oraya yanlışlıkla, tesadüfen, bir dil sürçmesiyle geldi. Görmezden gelebiliriz. Fakat devamı şöyle: “Setin en yalnız adamı, ama çok kalabalık bir ekibi de idare etmekle mükellef. Ve derdi olan bir adam, yönetmen. Kendiyle derdi olan bir adam, bu yüzden dünyayla derdi olan bir adam. Yaralı bir adam ama yarasıyla uğraşmaktan da vazgeçmeyen bir adam. Dönüp her seferinde kendi içindeki karanlığa bakmaktan korkmayan bir adam”.
Dil sürçmesi falan yok. Tam sekiz adet “adam”, yönetmen denen kişiyi tanımlamak üzere belli ki düşünülerek, bir melodi içerisinde tekrarlanarak sıralanmış durumdalar. Yönetmen yalnız ve güzel bir adam, buna şüphe yok.
Tabii ki “yönetmenlik erkek işidir” demek istememiştir diye inanmakla beraber, ne kadar öyle tınladığının fark edilmesini beklemek, bu ayrımcı ezberlerin Türkiye’nin en önemli festivallerinden birinde, toplumsal cinsiyet eşitliğinde öncü olmasını hayal ettiğimiz sanat ortamlarında bari karşımıza çıkmamasını beklemek fazla olmasa gerek. Hoş olmuyor. Kırıcı oluyor, kadın yönetmenlere ayıp oluyor, bu işi yapmak isteyen kadınlar için caydırıcı oluyor. Bilmiyorum nasıl anlatmalı. Kendinizi “Yönetmen şöyle bir kadındır, böyle bir kadındır” diye ödül verilen bir festivalde erkek sinemacı olarak hayal edin, oluyor mu?