İnsanın canı “İyi şeyler de oluyor” klişesini tekrar edebilmek istiyor ya bazen, işte bir tanesi: Devam eden kadın cinayeti davalarından peş peşe iyi haberler geliyor. Özgecan Arslan kararını “Devamı nasıl gelecek, onu görelim” diye temkinli bir iç rahatlamasıyla karşılamıştık ki bu hafta Hasret Daşlı davası sonuçlandı. Tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için ‘kirlenen’ namusunu temizlemek üzere aile meclisi kararıyla boğulup Batman çayına atılan genç kadının katilleri, avukatlarının mide bulandırıcı savunmasına rağmen ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı.
Hakikaten insan bu savunmaları yazabilenin değil avukat, insan olmasına şaşırıyor. Efendim Hasret Daşlı 22, tecavüzcüsü 15 yaşındaymış, çocuk yaşta biri 22 yaşında birine tecavüz edemezmiş, bu hayatın ‘olağan’ akışına aykırıymış. Ama biliyorsunuz daha da küçük yaşta kız çocukları tecavüze ‘rıza’ gösterebiliyorlar, bu hayatın olağan akışına gayet uygun bizde. Hatta, asıl Hasret Daşlı yaşasa cinsel istismarla yargılanırmış! Ama yaşamıyor, hunharca katledildi, bu detayı atlayacak mıyız? Gencecik bir kadın, ölmüş gitmiş, hâlâ suçlu çıkarmaya çalışıyorsunuz, hiç mi vicdanı sızlamaz insanın?
Kadın hakları savunucularına da
Hakikaten bu başlıkların atıldığı bir anda o kararı veren kişilerin yanında olmak istiyorum bazen. Nasıl işliyor olabilir kafaları?
Mesela ortada bir film var; ‘Rüzgarın Hatıraları’. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de yabancı düşmanlığı gitgide artarken muhalif bir gazete çıkarmakta olan şair - yazar Aram’ın aldığı tehditleri, yaşadığı çıkmazı anlatıyor.
Ödeyemeyeceği bir varlık vergisiyle durumu iyice tehlikeye giren Aram, çareyi Sovyetler Birliği’ne kaçmakta buluyor. Ama öncesinde, Gürcistan sınırında, bir Doğu Karadeniz köyünde saklanıyor ve 1915’e gidiş gelişlerle bir geçmiş hesaplaşmasına giriyor.
Siz de bir gazetenin pazar ekini hazırlayan kişisiniz. Magazin eki bile değil, pazar eki. O filmi manşet yapmaya karar veriyorsunuz. Neden?
Ülkenin geçmişi ve bugününe dair önemli ipuçları taşıdığı için falan değil elbette, o kadar uçmuyorum. Üç gündür zaten sakıza dönmüş sevişme sahnesi yüzünden. Belli ki milletçe durumumuz çok vahim, Özcan Alper’in son filmi ‘Rüzgarın Hatıraları’nı habire o sahneler üzerinden görmeye çalışıyoruz.
Milli mesele haline geldi
Onur Saylak ile Sofya Khandamirova’nın bu filmde yatağa girmiş olması milli meselemiz haline geldi. Üstelik Saylak’ın karısı Tub
Bu saldırı göstere göstere geldi. Önce bir takım yayın organları “Adana’da skandal festival!” gibi başlıklar attılar, arkasından Vali Mustafa Büyük böyle bir şeye izin vermeyeceğini bildirdi. Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ona karşı çıktı; “Kişisel özgürlükler yasaklanamaz” dedi.
Ama biz neticede bir - iki aydır Adana’mıza rakı festivali yakışır mıydı, yakışmaz mıydı, bunu tartışıyoruz. Başka konumuz yokmuş gibi...
Adana bir kebap cenneti, yıllardır ne zaman gitsem yanında rakı içildiğini görürüm. İsteyen de şalgam içer tabii ya da ayran, canı ne istiyorsa... Rakının ‘skandallık’ bir durumu yok, onu anlatmaya çalışıyorum özetle, yasal bir içecek. Bu insanlar da yıllardır Kazancılar Çarşısı’nda yılda bir gün toplanıyorlar, yiyip içiyorlar, adına da ‘Rakı Festivali’ diyorlar. Geçen yıl 20 bin kişi katılmış, Adana dışından gelenler var bir dolu. Esnaf memnun, parayı verip yiyen içen memnun. Turistik bir faaliyet.
Ama tartışmalar çıkınca “Madem rahatsızlık yarattı, adını değiştirelim” diyorlar, ‘Kebap ve Şalgam Festivali’ oluyor adı.
Gel gör ki bu da kurtarmıyor. O gece yiyip içen, iki satır eğlenen insanlara silahlı adamlar saldırıyor. Tabanca ve pompalı tüfeklerle havaya
Gencecik bir kadın; Ceren Kartarı Ürenden. Üç yıl önce âşık olduğu adamla; Onur’la evlenmiş. Facebook’taki, Instagram’daki fotoğraflarına bakıyorum, rüya gibi bir çift. Yüzlerinde hep kocaman bir gülümseme, gözleri ışık saçıyor... Bir bakıyorsunuz İsveç’te mum ışığında kahvaltı ediyorlar, bir bakıyorsunuz Sapanca’da hamakta uzanmışlar...
Partiler, arkadaş toplantıları, deniz, güneş...
Hiçbir gölge düşmüyor sanki mutluluklarının üstüne. “Gelecekten umutlular, yarına güvenle bakıyorlar” diyebilirsiniz. Hikâyelerini bilmeseniz... Bir de bazı karelerde Onur’un saçsız başındaki bandajı görmeseniz...
2007’de beyin tümörü teşhisi konmuş Onur’a. İlk ameliyat o zaman...
2008’de bir motor alıp dünyayı geziyor...
2010, hastalık nüksediyor. İkinci ameliyat.
2012, düğünleri var Ceren’le...
2013, üçüncü ameliyat.
“Hikaye bir aynanın önünde başlıyor, o aynanın önünde karşısında gördüğü çocuğu süsleyip püsleyip oynayan çocuk hayal kura kura büyüyüp sahneye çıkıyor ve karşısında sizleri buluyor. Anlatacakları var, söyleyecek şarkıları var, o şarkılarla geçen yıllar var, üstelik zamanı da var, sahneden inesi de yok. Sizinle tanışmaya gelmiş işte...”
Yalan söyleyecek değilim, çok bekledim bu albümü ben. Garajistanbul’daki konserlerinden ne kadar özel bir yetenek, hayattaki sohbetlerimizden de ne kadar pırıl pırıl bir kalp olduğunu bildiğim için, istedim ki daha çok insan tanısın onu.
Nihayet o gün geldi. Nuri Harun Ateş’in ‘Kafası Karışık Kontrtenor’ albümü DMC’den çıktı.
Bir albüm sahiden bir insanın binbir renkli ruhunu ancak bu kadar güzel yansıtabilir. Onun o poptan aryaya şahane geçişleri; ‘Carmen’den ‘Bağdat Yolu’na uzanışları, besteleri kadar cover’ları da kendinin kılışları olduğu gibi karşılığını bulmuş kayıtlarda. Düzenlemelerin çoğu Nuri Harun Ateş ile kadim Kalp Kırmayan Erkekler Orkestrası’nın. Ama Febyo Taşel’in de önemli dokunuşları var.
Anlatacakları çok!
‘Bang Bang’in Fecri Ebcioğlu sözlü ‘Dan Dan’ versiyonu açıyor albümü. Harun’un sahne performansının da en
Çocukluğumda aklıma fena halde yer etmiş, ne anlama geldiğini bilmeden tüylerimi diken diken eden bir sözcük vardı: Cinnet. Gazete başlıklarından öğrenmiştim tabii... Cinnet getiren babalar karılarını, çocuklarını öldürüyorlardı. Çok kötü bir şeydi bu... İnsanın; kadınların değil ama erkeklerin, başına istemeden geliyordu ve engellemek için ellerinden bir şey gelmiyordu. Kızamıyordun, cinayet diyemiyordun, cinnetti bunun adı.
Ciddi ciddi “Benim babama olmaz inşallah” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Bugün baktığımda “Amma safmışım” demiyorum. Sorun bende değil kadın cinayetlerini ‘cinnet’e
bağlayarak gerekçelendiren gazetelerdeydi çünkü.
Yargı kırk yılda bir bir kadın cinayetinde gereken kararı verdi çok seviniyoruz ya şu an... İşte bunun Özgecan Aslan’a özel kalmaması, bu kadar ‘ünlü’ olmayan cinayetlerin faillerinin ellerini kollarını sallayarak dolaşamamaları için herkesin bir oturup kendi muhasebesini yapması gerekiyor.
Tabii başta medyanın bugüne kadar hakimlerin bulduğu ‘hafifletici’ sebeplere, ceza indirimlerine nasıl çanak tuttuğunu fark etmesi şart...
Filmmor Kadın Kooperatifi’nin başlattığı Kadın Cinayetleri Önlenebilir kampanyasının önemli bir bölümü,
Neyse ki moda, diyet, spor endüstrisi ve iştahlı magazin dili aksini dayatıp dursa da, “Sadece genç, ince ve süper model görünümüne sahipseniz seksi sayılırsınız, hatta ancak o zaman geçer akçesiniz” tezinin karşısına başka iddialar da koyan işler oluyor. Pirelli’nin 2016 takvimi gibi...
Malum, takvimimiz 50 yıldır genel geçer güzellik ölçülerinin en güzide temsilcisi olan genç kadınların çıplak fotoğraflarından oluşmasıyla ünlü. Ve de her sene merakla beklenen bir ürün...
Ama bu yıl, NY Times’ın ‘kültürel devrim’ olarak nitelediği bir iş yaparak takvimlerini “Farklı bir şey istiyoruz” diye ünlü fotoğrafçı Annie Leibovitz’e emanet etmişler. O da tam kendisinden bekleneceği gibi, vücutları değil zekâları, yetenekleri, hayata kattıklarıyla öne çıkan kadınlar seçmiş.
Yazar, editör, oyuncu Tavi Gevinson gibi 19 yaşında olanı da var, Yoko Ono gibi 82 olanı da... İranlı sanatçı Shirin Neshat da var aralarında, efsane Patti Smith de... Ariel Investmants şirketinin başkanı Mellody Hobson gibi başarılı bir iş kadını da, Serena Williams gibi müthiş bir tenisçi de...
Çoğunun ilk arandığında tepkisi, “Benim ne alakam olabilir? Şaka herhalde...” olmuş. Mellody Hobson kocası George
Yıl 1890... Eylül ayı... Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak günleri geride kalmış, ancak güçlü görünme çabaları devam etmekte. II. Abdülhamit, Japonya İmparatoru Komeii’ye bir ‘iade-i ziyaret heyeti’ göndermiş. Donanmanın en güzel gemisi kabul edilen ancak çürük olduğu da gayet iyi bilinen Ertuğrul fırkateyniyle...
11 aylık yolculuk sonunda görev tamamlanmış, 650’ye yakın mürettebatıyla Yokohama Limanı’na varmış Ertuğrul. Ancak bir sorun var; geri dönüş vakti Japon sularında tayfun mevsimi. Japon yetkililerin uyarıları kâr etmemiş, yolda fırtınaya yakalanan Ertuğrul fırkateyninin akıbeti Kashinozaki Deniz Feneri’ne yönelmişken, Koshimoto kayalıklarında parçalanmak olmuş...
Buraya kadarını aşağı yukarı biliriz, ders kitaplarından. Yazmayı unuttukları, orada Oshima adlı yoksul bir balıkçı köyü olduğu, kayalıklarda fırtınaya tutulan çok olduğundan can kurtarmaya alışık köylülerin kendilerini dalgalara atarak geminin enkazından 69 kişiyi kurtarıp iyileştirdiği, aylarca misafir ettiğiydi...
Evet, denizden çıkarılan 150 kadar denizcinin oraya gömüldüğünü, Japonya’da bir Ertuğrul şehitliği olduğunu biliriz belki de, o devirde o halkın mum ışığında yaralıları yaşatmak için nasıl bir mücadele