Çocuklarımıza günde 500 test çözdürüyoruz ama hakkı, hukuku, adaletli, demokrasiyi, insan haklarını, çevre ve doğa bilincini pas geçiyoruz.
Ülkeleri ülke yapan yurttaşlarıdır. Onlar ne kadar bilinçli, vicdanlı, sağduyulu, hoşgörülü ise ülkeler de o denli güçlüdür.
Onların ülkelerine karşı duyduğu aidiyet hissi, sürdürülebilir demokrasinin, kalkınmanın, özgürlüklerin ve en önemlisi de geleceğin altın anahtarıdır.
Akademik eğitim elbette önemli ama önce doğru insan, doğru yurttaş yetiştirmeliyiz.
Peki bu doğrular neler?
Doğru insan olmanın evrensel kuralları dünyanın her yerinde aynıdır. Kötülükle değil iyilikle beslenen, huzuru kaçıran değil huzuru koruyan, hurafeleri değil aklı ve bilimi referans alan, doğayı, çevreyi yağmalayan değil onu koruyan, komşuları açken kendisini huzursuz hisseden, kendi özgürlükleri kadar başkalarının özgürlüklerine de saygı duyan, kendisine dayatılanlara değil vicdanın sesine kulak veren, renk, din, dil, ırk, zengin fakir, okumuş
Sınavla öğrenci alacak liseler için “Başvuru ve Uygulama Kılavuzu” yayınlandı. Başvurular 2-11 Nisan tarihleri arasında yapılacak. 15 Haziran’da gerçekleşecek LGS’ye bir milyon civarında öğrencinin başvurması bekleniyor.
Peki, sınavla öğrenci alacak olan fen liseleri, sosyal bilimler liseleri, Anadolu liseleri, Anadolu imam hatip liseleri, proje okulları, mesleki ve teknik Anadolu liselerinin Anadolu teknik programlarına toplam kaç öğrenci alınacak? 100 bin civarında. Yani yüzde 90’ı daha en başında elenmiş olacak?
MEB, henüz vakit varken, şu üç önemli konuda düzenleme yapabilir ve bu da hem sistemi rahatlatır hem de öğrenci ve veli memnuniyetini artırır:
1- Madem ki sınav yapılıyor, madem ki adayların tamamına yakını bu sınava giriyor, o zaman söz konusu okulların tamamı olmasa da en az yarısı merkezi yerleştirme sistemine dahil edilmeli ve toplam kontenjan en az yarım milyona çıkartılmalıdır. Böylece en azından sınav için harcanmış emek, zaman ve harcamalar boşa gitmemiş olacaktır.
2- Okullarımızda sağlıklı bir ölçme değerlendirme sistemi
Eğitim diğer konulara benzemez. Her konuda herkesin farklı bir bakış açısı olabilir. Ama eğer söz konusu olan çocuklarımız ve ülkemizin geleceği ise işte bu noktada ortak akıl çevresinde kenetlenmemiz gerekiyor.
Lafı hiç uzatmadan çok net bir varsayımda bulunabiliriz, çünkü bunun örneklerini hem ülkemizde hem de dünya genelinde fazlasıyla gördük. Görünen o ki görmeye de devam edeceğiz.
Olayın özeti şu:
Eğer “Milli” eğitimde ortak akıl üretemiyorsak, başka hiçbir konuda üretemeyiz. Üretemezler. Üretilemiyor da!..
Eğitimin ve savunmanın “milli” olması, tesadüfen alınmış bir karar değil! Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, eğitimin ve savunmanın bir ülke için ne anlama geldiğini en iyi bilenlerdi.
Milli Savunma ile “Yurtta sulh, cihanda sulh”un ancak milli birlikle olacağına inanıyorlardı. Milli Eğitim’i de demokratik, laik, çağdaş, müreffeh Türkiye’nin lokomotifi olarak görüyor, hukuk devletine giden yolun, sosyal devlet olmanın “olmazsa olmazı”
Sınav odaklı eğitim sistemimiz hepten tıkandı.
Ustalar çırak, genç takımlar oyuncu, üniversite mezunları iş bulamıyor. Yabancı dille eğitim yapan okul sayısı artıyor ama dil öğrenen azalıyor. Teorik eğitim azalsın, uygulamalı eğitim artırılsın derken tam tersi oldu. Sosyal bilimler yok olma noktasına geldi. Sanat ve spor dersleri başta olmak üzere sınavlarda soru sorulmayan dersleri ciddiye alan kalmadı. Öğretmen, öğrenci ve velilerde moral ve motivasyon dibe vurdu.
Sınav odaklı eğitimin yarattığı negatif etkileri sıralamaya kalksak değil bu köşe, gazetenin tamamı bile yetmez.
Yarım asırdır devam eden sınav odaklı eğitim dayatması yüzünden, eğitimle kazandırılması istenen Anayasal değerlerin pek çoğu ya kazandırılamadı ya da göz ardı edildi. Geldiğimiz noktadan memnun muyuz?
Evet diyeni zor buluruz. Peki o zaman bu sınav odaklı eğitim sevdasından neden vazgeçemiyoruz? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı olarak bu konudaki mesajları çok net ama nedense bunu bir türlü hayata geçiremedik.
O, “Sınavlar azaltılsın çocuklar çocukluğunu
Asırlık Cumhuriyetimizin dörte üçünü tanıklık eden kurumlarımızdan biri de Milliyet. Arkadaşlarımız 75. Yıla coşkuyla, heyecanla hazırlanıyor ve en önemlisi de 100. Yılı’nın temellerini atıyorlar.
”Biz yarını göremiyoruz, siz 100. Yıl hayali kuramıyorsunuz” diyenler mutlaka çıkacaktır. Onlara tavsiyemiz, ne istiyorlarsa onun hayalini kurmaları, gerisi kendiliğinden geliyor, gelmese de o konuda verdiğiniz mücadele, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir! En azından vicdanınız rahat oluyor.
Japonlar için en büyük onur kaynaklarından biri de başladığı işten emekli olmak. İş değiştirme, hem çalışana hem de işverene kuşkuyla bakmaya neden oluyormuş! “İşveren çalışanına sahip çıkmadığı ki kaçıyor, giden de kendisine sunulanları hak etmedi ki gidiyor” diye düşünülürmüş…”
Geriye dönüp baktığımda ya da önceki gün gazetemizin 75. Yıl hazırlıklarına yönelik toplantıda konuşulanları ve Milliyet’te geçen 42 yıllık çalışma hayatımı bir film şeridi gibi gibi gözümün
Önceki hafta Mardin’deydim. Nobel Ödüllü Aziz Sancar’a sahip olmanın onurunu ve gururunu yaşıyorlardı ama bu çok özel hemşerileri hâlâ kendilerini ziyaret etmemişti.
Ben de şu satırları sizlerle paylaşmıştım:
“Şehre indiğiniz andan itibaren her adımda Aziz Sancar ismiyle karşılaşıyorsunuz. Havalimanının ismi de Aziz Sancar, pek çok okulun, caddenin, parkın, kültür merkezinin adı da Aziz Sancar’dı...
Sancar, Nobel Ödülü aldıktan sonra ülkemizin dört bir yanına ziyaretler yaptı. Hatta nerede bizden birileri varsa o ülkelere de gidip konferanslar verdi.
Memleketi Mardin’e kaç kez geldiğini sordum. ‘Hiç gelmedi’ yanıtı aldığımda şok oldum. Herhalde siz duymamış, görmemiş olabilirsiniz diye başkalarına da sordum. Onların da cevabı aynıydı ama hâlâ gelmemiş olmasına ihtimal vermiyorum. Mutlaka gelmiştir diye kendimi teselli ediyorum...
Eğer gelmediyse de bir fırsatını bulup doğduğu, büyüdüğü, kök saldığı toprakları mutlaka ziyaret etmeli, bu konuda farklı senaryolar
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her birimizin kalbinde ayrı bir yeri var. Onlar mutluysa biz de mutluyuz, onlar huzursuzsa bizim de huzurumuz kaçar. Uzaktaki köyümüz gibidir, gitmesek de, görmesek de kalbimiz oradadır…
1974’ten sonra maddi, manevi, vicdani olarak çok önemli katkılarımız oldu. Olmaya da devam ediyor. Dünya onları tanımasa da biz tanıyoruz. Sonsuza dek de bu böyle devam edecek…
Üniversiteler, KKTC’nin dünyaya açılması için çok önemli bir projeydi, çok da başarılı oldu. Ülke olarak siyaseten tanınmasa da verdiği diplomalar, dünyanın her yanında kabul gördü. Üniversitelere keşke çok daha fazla sahip çıkabilseydik, keşke bu denli sulandırmasaydık. Hâlâ geç kalınmış değil. Sihirli bir dokunuşla, kaliteyi dibe vurduran, bilimsel rekabet yerine ekonomik anlamda birbirinin altını oyan konumdan, tüm adaya rol model olacak bir yapıya dönüşebilirler. Dönüşmeliler de…
Ülkeyi gezerken alışılagelen ya da minik gibi görünen çok önemli
Kıbrıs’ta 1974 Barış Harekatı’ndan sonra pek çok hata yapıldı. KKTC’nin “üniversite çöplüğü” haline getirilmesi de onlardan birisi. Oysa kumarhanelerin değil de eğitimin gücüne inanılsa, adaya doğru düzgün üç-beş üniversite yapılsa hemen her şey bugün çok daha farklı olabilirdi!
KKTC üniversitelerine 40 yıldır gider gelirim, daha önceki cumhurbaşkanlarından birinin, adanın dinamiklerini sayarken üniversiteleri kale almaması yüzünden, olup bitenleri bir süredir uzaktan izliyordum.
Dönemin KKTC Cumhurbaşkanı’na “Öğrenciler adadan gitse geriye ne kalır?” hatırlatması yaptığımda, “Elbette üniversiteler başımızın tacı, onlar her şeyden önemli” dese de görünen o ki, bugün gelinen nokta tam tersi yönde.
Aktif üniversite sayısı 21’e çıkmış, sırada yenileri varmış. Pek çoğu hakkında da farklı söylentiler var. Rol model olması için açılan ODTÜ ve İTÜ kampüsleri bile arzulanan noktanın çok uzağında.
KKTC’nin ilk ve