Sally Potter; derdini acele etmeden, sakince anlatmaya çalışan bir yönetmen. Ginger & Rosa: Bir Hayalimiz Vardı’da iki kuşağa ait dört kadını anlayıp biriyle özdeşleşmemizi ister gibi sıradanmışcasına anlatıyor hikayesini.
Ergenlik çağındaki iki yakın arkadaş; hayatındaki sorunlarla başetmeye çalışırken farklı çıkış yolları bulacak; birbirlerini anlamaya çalışsalar da buhranları yaşlarının da etkisiyle ruhlarında açılan yaraları baltalamaya devam edecektir.
Film 2012 yapımı olsa da hikaye 1960’lı yılların Londra’sında geçiyor. Filmin yönetmeni ve senaristi Sally Potter; bize sadece bir aile dramı anlatmakla kalmıyor; döneme hakim soğuk savaşın psikolojik etkilerini bir aile parçalanması metaforuyla iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor.
Öncelikle filmdeki bir önceki kuşaktan başlayalım. Yaşları yakın ama ebeveynlikleri kızlarının gözünden bakıldığında birbirinden farklı olan iki anne görüyoruz. Burada Potter; annelerle ilgili bize yorum hakkı vermiyor; onları kızlarının gözünden kategorize etmemizi istiyor. Bu iki annenin; soğuk savaş döneminin iki büyük gücü ABD ve Sovyet Rusya’yı sembolize edip etmediği kafanızı kurcalayabilir ama Potter’ın dönem filmi yapma derdi yok gibi. O daha çok dönemin olaylarının insanda yarattığı etkiler ve duygu yoğunlukları üzerine düşündürmeyi tercih ediyor. Bunun için de renkleri ve giysileri duyguları vermek için özenle kullanıyor. Bu filmde de Ginger ve Rosa’nın aynı kıyafetleri giymeleri, çoğunlukla da özensiz giyinmeye çalışarak dahil olmak istedikleri grup içinde kabul görmüş sade ve bol kazakları tercih etmeleri dikkat çekiyor. Karakterleri, istekleri, hatta umursadıkları şeyler bile farklıyken aynılaşma çabası içinde olmalarının yanına gençlik buhranlarını da ekleyince; bu bıyıkaltı gülüşün dört kadının sıkışmışlıklarına gönderme olduğunu anlamak zor değil. Ginger’ın annesinin hayatını adadığı evliliği bitmek üzeredir, Rosa’nın annesi çocuklarını tek başına büyütmek zorundadır, Ginger patlatılması planlanan atom bombası karşısında çaresizdir ve Rosa kurtuluşu olarak gördüğü gerçek aşkı bir türlü bulamamaktadır.
Filmdeki baba karakterinin rahatsız edici bir rahatlığı var. Eşini umursamayan, kızıyla arkadaş gibi görünen ama sorunlarını görmezden gelen, yönetmenin adeta bu karakteri sevmememiz için yarattığı bir jön. Sonlara doğru bu karakterin iç dünyasına yanaşır gibi olsak da filmde sadece bir figür olduğundan çok da önemsemiyor Potter onu. Onun yerine Ginger ve Rosa’nın yavaş yavaş şekillenmeye başlayan karakterlerini o kadar iyi kullanıyor ki; Ginger’ın “Söyleyemem; söylersem patlarım” cümlesini duyduğumuzda aslında dünyanın yok olmasından değil de kendi dünyasının yok olmasından korktuğunu farketmemizi sağlıyor. Bu replik öyle bir öneme sahip ki filmde; iki anne ve kızlarının arasındaki savaşın dönemin soğuk savaşıyla paralellik gösterdiğini adeta gözümüze sokuyor.
Film soluk ve soğuk bir film ki bunda bir tiyatro oyunu gibi tasarlanmasının da etkisi var. Sahnede bir tüfek varsa; mutlaka patlatılmış. Bu Potter’ın dans geçmişinden getirdiği bir alışkanlık. Sade sahneler; figürlere ve duyguya yoğunlaşan bir anlatım; akıcı bir üslup.
İzlerken tıpkı bir anne gibi mantolarının önünü kapatmak, boğazlarına atkı dolamak istiyorsunuz Ginger ve Rosa’nın ama onlar özgürlüklerini ilan edercesine hep mantolarının önü açık yürüyorlar rüzgara karşı. Biz hala umutları olan Ginger ve Rosa’ya öykünmeyi beklerken yönetmen bütün anaçlığımızla çaresizliğin ortasına koyuveriyor bizi.
İzlenesi; düşünülesi.