Film önerisi istendiğinde herkese aynı filmler önerilmez. Hayatının mutlu bir anında mısın yoksa mutsuz musun diye sorulmalı önce. İçinde bulunduğu an; filme bakışını ve filmden alacağı şeyi değiştirir çünkü.
Blue Jay; 2016 yapımı bir indie film gibi duruyor. Yani; düşük bütçesi olan bağımsız filmlerden gibi. Tabiri caizse Mark Duplass’ın “Bir şey denicem!” diyip senaryosunu yazıp başrolüne geçtiği samimi bir film. Duplass’la başrolü paylaşan Sarah Paulson oyunculuk adına harikulade bir iş çıkarmış ve filmin üçüncü oyuncusu Clu Gulager’ı filmde çok az görsek de uzun bir sinema geçmişi olduğunu biliyoruz. Böyle filmin beklenmedik bir yerinde sürpriz yapan filmleri seviyorum.
Alex Lehmann filmi siyah beyaz çekmeyi tercih etmiş; zamansızlığı, ebediyeti temsil etmesi için. Çünkü filmde iki liseli aşığın yıllar sonra o küçük kasabada karşılaşmasını ve eskiyi yad edişini izliyoruz. Önce tatlı tatlı duygusallıkla ilerleyen arkadaşlık; sırların ve pişmanlıkların açığa çıkmasıyla gözyaşlarına bırakıyor yerini. Buraya kadar bir şey yok; sıkça rastladığımız hikayelerden. Bu hikayeyi diğerlerinden farklı kılan; her ne kadar Jim üzerine yazılı görünse de aslında Amanda’nın varlığına odaklanması.
Filme ismini veren Blue Jay; Jim ve Amanda’nın çiftken sürekli gittikleri bir kafe ki yıllar sonra karşılaştıklarında da kahve içmek için oraya gidiyorlar. Peki bu kafe filme ismini vermek için yeterli bir detay mı? Bazıları için olabilir ama ben tatmin olmadım.
Blue Jay; mavi renkli bir kuş. Korkusuzluğu ve korumayı temsil ediyor. İnanışa göre; Blue Jay’i görürseniz geleceğinizle ilgili korkularınızdan, stresinizden, umutsuzluğunuzdan arınırsınız. Jim ile Amanda konuştukça anlıyoruz ki Jim umutsuzca hayatını nasıl devam ettireceğini şaşırmış durumda. Bu umutsuzluk anında Amanda ile karşılaşıyor ve uzun bir süre Amanda’yı Jim’i avutan, onu sakinleştirmek için yanında kalmak isteyen güçlü bir karakter yani Jim’in Blue Jay’i olarak izliyoruz. Ta ki geçmişte gönderilmemiş bir mektup ortaya çıkıp pişmanlıkları su yüzüne çıkarıncaya kadar.
Bu noktada karakterlerin çok iyi çizildiğini söyleyebiliriz. Jim huzursuzluk anında tepinerek ağlayabilecek bir çocukken Amanda bunu yapmayacak daha olgun karakter.
Film hepimize dokunacak çok tatlı ayrıntıları barındırıyor; Jim’in Amanda’nın pembe ve mor jelibonları sevdiğini hatırlaması gibi. Amanda’nın kardeşinin Jim’i hatırlaması gibi, Amanda’nın Jim’in büyükannesinin kitaplarını hatırlaması gibi.
Bu film renkli olsaydı aynı duygularla bitirir miydim bilmiyorum ama sonsuzluğun çekiciliği; kendimizi inandırmaya çalıştığımız o “sonsuza kadar” yalanına karşı koyamayacağımız kadar kuvvetli.
Peki filmin sonunda; Jim ve biz; hatta Amanda; çıkmazdan çıkıyor muyuz? Bunu bulmayı size bıraktım.
Yazıda spoiler yok; daha hiçbir şey görmediniz.
İyi seyirler...