Haftalar önce yaptığımız röportajımızı teknik aksaklıklardan dolayı ancak bugün yayınlayabiliyorum. Hoş bir sohbetle hayata dair çok şey konuştuk. Kendisine bir kez daha teşekkür ederim.
Şeyda hanım sizi öncelikle akademik olarak tanıyabilir miyiz?
Psikoloji lisans eğitimi aldım. Ben biraz eğitime geç başlayanlardanım. 28 Şubat’ın durduran etkisiyle karşı karşıya kalmış kişilerdenim. 1980 doğumluyum ve benim lisans eğitimi dönemime denk gelen bir olumsuzluk bu. Tabi o denemde durdurucu çok faktör vardı ama bir tarafıyla da hayat devam ediyordu tabi. O dönemde ben evliliği tercih ettim. Evlendim, çocuklarım oldu ve evliliğimin 10. Yılında artık minik minik bazı üniversitelerin esnediğini ve örtülü girilebileceğini duymaya başladık. Psikoloji eğitimime o dönem başladım. Eğitimimin bitmesini bekleyecek çok zamanım yoktu. Çünkü zaten kayıp jenerasyon. Avrupa Davranış ve Kognitif Terapiler Birliği tarafından, akredite edilmiş ve sertifikalandırılmış Kognitif Davranış Terapileri eğitimini aldım. 5 yıllık bir eğitimden geçtim. Mehmet SUNGUR hocanın öğrencilerindenim.
Bu dönemden sonra düşündüğüm çocuk değil ailelerle birlikte çalışmaktı. Çünkü çocuklara karşı çok hassasım. Eğitimim süresince çocuk psikopatolojisi derslerinde çok incindiğimi, anne olmanın getirdiği bir hassasiyetle çocuklarla çalışmamaya karar verdim. Yetişkinlerde de erkeklerin daha az psikologa gidiyor olması dolayısıyla da çiftlerle çalışmanın daha iyi olacağını düşündüm. Yine Mehmet hocamızdan “çift ve cinsellik terapileri eğitimi” aldım. Ve alan ailelere kayınca bir “travma” başlığı açıldı hayatımda. Aradan geçen süreçte bu eğitimi de tamamladıktan sonra daha bir çok eğitimi aldım.
Peki neden psikoloji alanını seçtiniz özel bir sebebi var mı?
Aslında derler ya “psikolog gibi. Üniversitede hiç unutmuyorum mesleki yatkınlık testi yapılmıştı. Bu testin sonucuna bakıp hocalarımız “sen zaten psikolog doğmuşsun.” demişti. Karakter olarak yatkınlık ve mizacın önemli bir payı var. Öyle düşünüyorum.
3 çocuk annesisiniz. İş hayatıyla annelik bir arada zor olmuyor mu?
Eğitim hayatım boyunca ciddi manada zorluklar yaşadım. Şuan 8 yaşında olan kızıma hamileyken üniversitenin son yılındaydım. Hamileliğimin son zamanlarına kadar hatta sıralara sığmayana kadar okuldaydım. Kendi aracımı kendim sürüyordum ki hamilelerin bir şeylerden sakındığını, vazgeçtiğini görmeyi baya ilginç karşıladığımı fark ettim. “niye ki hamilelik hastalık değil ki. Bende hamileydim ve aklıma hiç öyle bir şey gelmedi.” Halihazırdaki 2 çocuğumla ilgilenerek okul hayatını devam ettirdik.
Tabiî ki zorlukları var. Profesör de olsanız eve geldiğinizde annesiniz. Çocuklar bir şeyler yazan çizen anneden kendilerine çok daha geniş zaman bulamayabilirler ama şöyle ki çocuklar şunu fark ediyorlar “öğrenen bir anneleri var, hayat sadece yemek, içmek, gezmek ve oturmaktan ibaret değil.” Aynı zamanda çocuk öğrenmeye olan isteği de görüyor annede. Öğrenmeye de zaman sınırı koymamayı görüyorlar.
Peki yazarlık o nasıl başladı? Kitaplarınızı da anlatır mısınız bize?
Genel itibariyle ben düşüncelerimi, duygularımı yazıya dökmeyi seviyorum. 16 yaşında bir kadın dergisinde denemelerim yayınlandı, sonrasında da aktif olarak çalıştım. Röportajlar yaptım. Sonrasında haftalık olarak çıkan bir siyasi dergide kültür sanat sayfalarını hazırlamaya devam ettim. Dolayısıyla yazmayı sevdiğimi zaten biliyordum. Çeşitli internet sitelerinde ve bloglarda yazılar yazdım. Kendim bir blog açıp hiç yazmadım. Bireyse olarak hiç böyle bir girişimde bulunmamıştım.
Sonrasında radyo programcısıyım. Çalıştığım radyo daki çalışma arkadaşlarım ve dinleyicilerimizin istek ve desteği, yayın evlerinin talepleri derken aklımda olmayan bir yola girdim. Düşüncelerimi kitaplaştırmak hiç aklıma gelmemişti. Arkadaşlarım da bu konuda çok destek verdiler ve başladım. Fakat hayatımdaki diğer alanlara gösterdiğim titizlikten çok daha fazlasını yazarlığa gösterdiğimi fark ettim. İyi bir çalışmanın ortaya çıkmasını çok istedim.
Piyasada çok sayıda kitap var. Kitapçıları çok gezen ve çokça okumaya çalışan biriyim. Bazen tek bir vaka için bile bir kitap bitirmek gerekiyor. Zaten annelikle ilgili konularda devreye girince hayatımızın her alanında kitaplar var ama ne kadarı doğru ve okunabilir kitap önemli olan bu. O yüzden çok titizlikle çalıştım. Kendi yönelimim ve ilgimin de olduğu çift terapisi konusuna yönelik olabileceğini düşündüğüm ilk kitabımı yazdım. Onu yazmam neredeyse 2 yılımı aldı. Diğer kitap ise insanların “peki şimdi ne yazacaksınız?” demesiyle ikinci kitabım olan “hayatı 12’den yakala” yı yazdım. Dergicilik formatına daha yakın olan kitap 12 başlıktan oluşuyor. Aslında her bir başlık ayrı bir kitap konusu.
Ya radyo programcılığı; o nasıl girdi hayatınıza?
Benim hızla başlayan eğitim hayatım içerisinde yer alan TRT’den aldığım bir diksiyon ve spikerlik eğitimim de var. Ama hayatımın hiçbir alanında kullanmamıştım bunu. Sosyal hayatın dışında mesleki olarak bunu kullanmak pek düşündüğüm bir şey değildi. Daha sonrasında arkadaşlar böyle bir teklifle geldiler. Hayatımda planlar dizisiyle ve sıkıcı programlarda yaşamayı sevmiyorum. Çok şey yapmayı ama bunların beni germemesini, sıkmamasını istiyorum. Bir kuşak dizisi olarak değil ama haftalık bir formatta olmasına karar verdik ve yaklaşık 5 yılı aşkın süredir devam ediyorum.
Peki bu kadar birbirinden bağımsız meslekleri aynı anda yapmak sizi yormuyor mu?
Tabi hepsinin kendi içinde bir ritmi var. Mesela evlenmeden önce nasıl evlenirim dersiniz. Evlenirsiniz bir çocuğum olsun dersiniz. Hem evliyim hem bir çocuğum var dersiniz sonra bir çocuğunuz daha olur, artık daha çok sorumluluğunuz vardır. Hem evli hem iki çocuk sahibi hem misafir ağırlarsınız hem de bir sürü başka beklentiler vardır. Aslında insanın esneyebildiğini, yükü arttıkça hayatını daha programlı yaşadığını da fark ettim. O nedenle yaşamıma sığdırabildiğim kadar, ihmallere yer vermeden –çünkü ihmallere çok karşıyım- eşlik, annelik rolümden çalarak süreci devam ettiriyor olsam bu hakikaten sıkıntılı bir durum. Hayatımızda herkesin kendi yükü, kendi sorumluluğu var.
Çocuklarım konusunda ben daha çok denetleyen olmayı ve sevgi zamanlarını birlikte geçirmeyi hedefliyorum. Bu şekilde sıkıştırılmış programlar insana pozitif katkılar sağlıyor. Acısı geçer lezzeti kalır. Geçmişe dönük emek verdiğiniz sıkıntı yaşadığınız her şey size gurur kaynağı olarak kalır.
Peki bu kadar kimliğin arasında hangisi daha çok sizsiniz?
Aslında psikoterapiler, ana mesleğim daha çok benim. Spikerlik çok hoşlanarak yaptığım bir oluşum ama psikoterapistliği, birinin hayatının karanlık yerlerine el feneri yakmayı ben çok seviyorum. Zaten uzmanlığımda bu alanda olunca belki bunun etkisiyle bekli de insanların yaralarına ilaç olmayı sevdiğim için bana çok iyi gelen taraf.
Peki son olarak sosyal medyadaki “mükemmel anneler”e değinmek istiyorum. Her şeyleri dörtdörtlük olan. Kendi adıma da sormak gerekirse bu kadarı gerçek olabilir mi cidden? Bunları görüp kendini eksik hisseden annelere neler önerirsiniz?
Geçenlerde bir terapi sırasında fark ettim. Çocuklarımın büyümüş olması sebebiyle daha az anne takip edebiliyorum sosyal medyada. Ama şahit oluyorum daha iyi anne olmak adına yapılan örnekler var.
Ben telafi jenerasyonu olduğumuzu düşünüyorum. İhmal edilmiş çocukluklar, kaçınılmış ilgilenilmemiş çocuklar. Benle ilgilenilmemiş olabilir, ben görmezden gelinmiş olabilirim ama ben bunu çocuğuma yapmayacağım. Hatta o kadar ki başka çocukların bile bazı şeyleri kaçırmaması için rehber olacağım diye düşündüklerini düşünelim burada. Çünkü telafi jenerasyonu olarak çocuğunuzun yüklerini yüklenir, onun okul çantasını sırtlanırsanız çok zor büyüyecektir. Hani kelebeğin kozasından kendi çıkarsa daha kolay uçabilir. Fakat siz o kozayı yırtarsanız bırakın uçmayı yaşayamaz bile. Bunu ona benzetebiliriz. Bizden önceki dönemde hakikaten yoktu. Çocuğum hangi renkten sever? Neden hoşlanır? Veli toplantısı ne zamandı? Hangi derste daha başarılıdır? Belli başlı sorular çok muğlakta kalır cevap bulamazdı.
Bu yüzden şimdi her şeyi bilmeye çalışan ebeveynler aslında kendi çocukluklarının telafisini yapıp, kendi yaralarını sarıyorlar. Ben öyle düşünüyorum. Ama her şeye rağmen boş verilmiş bir anneliktense ilgili bir annelik kısmen daha iyi. Tabi abartılmadan. Çünkü bunun bedeli de büyüyememiş çocuklar oluyor. Çocuklarımızı destekleyeceğiz, eğiteceğiz, neye ilgileri olduğunu bileceğiz. Fakat onun yerine geçmeye çalışmayacağız.
Anneliğin şişirilmeye çalışılması babalığın zafiyetine sebep olur. Babalar ellerine kahve fincanı alıp dağılan anneyi izleyen babalar var ortada. Çünkü çocuğun her şeyinden anne sorumlu. Dersinden de ahlakından da yemesinden de giyinmesinden de… bu kadar sorumluluğu olan kadın depresyona girer. Daha sonrasında zaten yorgun annelik depresyonuyla karşılaşıyoruz. Uykuları az, her şeye yetişmeye çalışan, perişan olmuş, janjanlı çocuklar yetiştirmek için kendi ihtiyaç ve önceliklerini unutmuş kadınlar görüyoruz. Bu da bir sürü sorunu beraberinde getiriyor. Ağrı bozuklukları, anlaşılmama isteği, majör depresyon, uyku ve yeme-içme bozuklukları, opsesyonlar ve daha fazlası… aslında bir noktada tehikeli. Çünkü zamanı gelince çocuklarınızdan beklemeye başlıyorsunuz. “evet şimdi sıra sende karşılığını öde. Ben senin için gençlik yıllarımı heba ettim. Sizi iyi yetiştirmek için…” gibi başlayan bir sürü cümle aslında hiçte yabancısı olmadığımız söylemler. Bu nedenle bedelini bir gün isteyeceğimiz iyiliklerdense hayatı beraber paylaşmak ve çocuklarımızla bütün deneyimleri birlikte yaşamak bana daha sağlıklı geliyor.
Yaşam öyle emanet bir şey değil. Ve babaların lütfen iştirakine müsaade etmek. Çünkü çok bilen anne babayı arenadan çekiyor. “sen anlamazsın onun ne yiyeceğini nasıl uyuyacağını ben biliyorum.” diyor. Babalar da misafir sanatçı olarak eve geliyorlar. Bir miktar para bırakıp işe tekrar gidiyorlar. Çok yalıtılmış babalık sonucunda kadınlar hem anne hem babaya dönüşüyorlar. Aslına bakarsak dul kadına dönüyorlar. O yüzden de evli bir sürü dul kadın babaları olan bir çok yetim çocuk var etrafımızda.