Hepimiz biliyoruz ki çok hızlı giriş yaşadık sanal dünyanın sarmalına. Bir an için durup düşündüğümde, kaç zaman ya da kaç yıl olmuştu diyorum, sanki böyle doğmuşuzcasına…
Para transferlerimizi yahut iş yazışmalarımızı bir sanal araç üzerine gerçekleştirirken, bize zaman kazancının olması alkışlanmaya değer gelmişti, ki keza halen daha öyledir bu kısmı için. Birçok kez yüz yüze görüşmeye gerek kalmadı ve artık dakikalar ya da saatler süren yolculuklar yaparak bir işi neticelendirmeye çalışmak yerine peş peşe e-posta yazışması ile işleri halleder hale geldik. Bazen aylarca iş konuştuğumuz ve iş yaptığımız insanları belki de hiç görmedik ve tabi ufacık bir profil fotoğrafını görmedi isek.
Sanal dünyanın getirdiklerini elbette ki yabana atmayacak ve fakat burada onları methetmeyeceğim. Bana düşen, sanal dünyanın fayda alanından çıkıp zehirlenen benliklerimizi kaleme almak olacaktır bu yazıda. Neticede benliğimize sunulan bu şahane güzellik, içinde zehrini de taşıyordu; belki kimimiz yakalandık, kimimiz ise belki o elmayı daha hiç ısırmadık.
Bize teknolojinin ilk geldiği zamanları hatırlar mısınız bilmem. 90’lı yılların sonlarına doğru Bilgisayar Eğitim Sertifikası almak üzere kursa gitmiştim. Önümüzde şimdi görsem gözlerimin dolacağı eski kasa makineler vardı. Eğitim, siyah bir ekran üzerine kuruluydu. Birtakım kodlar yazıp cevap alıyorduk. Şimdi ne olduklarını hatırlamasam da pek de mühim olmadıklarını kesinlikle söyleyebilirim. Hele ki internetin dahi olmadığı o bilgisayarlarda renkli harflerle isimlerimizi oynatıp ekran arayüzünde onun oynamasını izlemek eğitimi tamamlamış gibi bir his uyandırıyordu, düşünün. Ondan sonra çevirmeli internet bağlantıları ile başladık ufak ufak. Çok değil, gerçekten de her biriniz hatırlarsınız böyle ceviz kırmak için bile kullanabileceğiniz takoz telefonlarımız vardı, çağrı atmak üzere kurulu sanal iletişim dünyamızda. İşte tam bu noktadan sonrası ile bugünün arasındaki kronolojiyi yok sayıyorum adeta.
Peki dejenere mi olduk?
Dejenere olmak, bir toplum olarak kendiliğinden olan bir şey değildir. Yayılma ile başlayan bu eylemde yayılmanın hızı, toplumu oluşturan kişilerin kalıbını hızlı değiştirebilmesi ve yeni bir kalıba hemen uyum sağlayabilmesinden gelir. Dünyanın her bir yanında aynı zamanlarda (ve ki birçoğunda çok daha önce) girilen sanal dünyanın, hangi toplumları çok daha hızlı dejenere ettiğini irdeleyecek olur isek, teknolojinin doğum yeri sayılacak ülkelerdeki toplumlarda (örneğin Çin veya Japonya gibi ülkelerde) teknoloji ve sanal dünya, gerçek anlamında ve yoğun olarak yukarıda bahsettiğimiz gibi yaşamı kolaylaştırıcı ve iş dünyasını hızlandırıcı faydaları üzerine kullanılıyor.
Türkiye topraklarında var olan toplum ya da toplumların, topraktan mıdır sudan mıdır bilinmez ama çok hızlı çağ atladığını, çağ atlarken de ara boşlukta rezonans dengesini kaybedip boşluğa düştüğünü söyleyebiliriz. Çok hızlı Avrupa dili geliştirdiğimizi, öz dilimizi çok hızlı tükettiğimizi, o tanrısal övgülere konu olan hoşgörümüzü boş görüyle değiştirdiğimizi, herkesten daha çok çıplak olmak, herkesten daha çok küfür etmek, herkesten daha çok dövme yaptırmak, herkesten daha çok içmek, herkesten daha çok ihanet etmek, herkesten daha çok her şeyi bilen olmak gibi ego patlamalarımızın olduğunu haydi yok demeyin, kabul edin ve buyurunuz hazmedin.
Oysa ki çağ atlarken önce ateşi bulduysak da ateş üzerine çokça şeyi geliştirdiğimizi biliyoruz. Örneğin bugün yemeklerimizi ultra lüks ocaklarda pişiriyor, sıvı ve gaz dolanımı sonucu doğalgaz ile ısınıyoruz. Sevdiğimiz insana romantik bir masa için mum yakıyoruz. Aydınlatma gereksinimleri ile birçok noktamıza ışık tutuyoruz. Gece yolda önümüzü görmek için araç farlarımızı yakıyoruz. Sokak lambalarımız var ıssızlığı aydınlatan. Islanmaktan hoşlanmadığımız için şemsiye icat ediyor ve kullanıyoruz. Bedensel güçsüzlüklerimiz için kemikleri güçlendirecek metal parçaları ile ayakta durma eylemimizi güçlendiriyoruz. Sütten yoğurt yapmak, önce soğanı kavurmak biz bu dünyaya geldiğimizde zaten var olan şeyler değildi değil mi? Bütün onca şey ihtiyaç ve çözüm üretme dengesiyle ortaya çıkan öğrenmelerdir. Bize bir nesne armağan edildiğinde, önce onu öğrenip sonra onu kullanarak başka nesneler üretmeyi öğreniyoruz. Bu öğrenme, benliğimizde ihtiyaçlarımız oldukça büyümektedir.
Örneğin 1679-1681 yılları arasında, Pekin’de Cizvit misyoneri Ferdinand Verbiest tarafından Çin İmparatoru için oyuncak olarak bir buharlı araç yapıldı. Düşünün ilk araçlar bir yerden bir yere gitmeyi sağlamak üzere yapılmadı. Zamanla insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere farklı materyaller ve uygulayıcı kaynaklar geliştirildi. Tim Berners Lee bile 1989 yılında World Wide Web sistemini geliştirdiğinde, internet dünyasının endüstri ve bilim alanlarında daha işlevsel olmasını amaç edinmişti. Zira o zamanlar yoğun kullanım alanları bu şekildeydi.
Aslında bu çağa kadar gelişimimizde öğrenmelerimizin neticesinde hep “üretme” eylemi gerçekleştirdik. Çoğunlukla “tüketme” ile sonuçlanma yaşadığımız bir netice olmamıştı. Biz her bir basamakta, malzemeden yeni şeyler ürettik ve önceki basamakları da yeni basamağı da hayatımızda daimi kullanım olarak tuttuk. Ancak teknoloji bize armağan edildiğinde iş böyle olmadı. Aksine tamamen çılgınca bir tüketim üzerine kuruldu bu keşif. Ben teknoloji deyince bizleri Elmyra duff (çizgi film) karakterine benzetiyorum, bulduk ve çok sevip canını çıkartacak kadar kucakladık.
Sosyal medya ile nasıl yaşar olduk?
Şimdilerde sanal aşkların trend oluşundan yahut her türlü gösterişin sanal dünyada yaşanmasından bahsetmek satırlara bile sığmaz. Yediğimiz içtiğimizi herkesin görmesi için yemeden içmeden koyulan fotoğraflar, ilişkisiz ilişki arayışları, fenomenlik denilen bir mesleğin trend olması, fenomen olmak uğruna yapılan en akıl dışı video-paylaşım yarışları, birilerinin hayatlarını yakın takibe almak ve seyretmek bir yana hayatımızı o kutu içinde yaşadığımızı kabul etmeyenler çıksın meydana. Dostlar bilir, bir sohbet esnasında sosyal medya açan olursa sohbeti keserim genelde. Çünkü insanların kabul etmediği önemli gerçekliği test ettim ben yaşantımda. İnsanlar o kutu içindeki akışla meşgulken, zihin bir matriks akışına kapılmakta ve paralelde odağı azalmaktadır. Bu yüzden de sosyal medya kurcalarken insanları yeterince dinleyemez ve anlayamazsınız. Daha mühimini söyleyeyim, sosyal medyaya koyacağınız pozlara odaklanırken yediğinizden zevk alamaz ve derin bir nefesle hayatı içinize çekemezsiniz.
Çok kadın ve çok erkek görürsünüz küçük yuvarlaklar içine profilleri yerleştirilmiş. Çoğuna ulaşırım sanırsınız, elinizdeki ilişkilerin ve sevenlerin kıymetini bilmezsiniz. Kaybettiklerinizi “stalk” dediğimiz bir hastalık ile yakın takibe alırsınız (Hatta dava açsa haklı çıkacak kadar tacizkar). Herkesin her paylaşımına söz edebilecek yaşam gurusu sanırsınız kendinizi, ünlülerin ya da ünsüzlerin hayatlarına yahut bir anlarına dair paylaşımlarına demediğinizi bırakmazsınız, jüri gibi beğenmediklerinizi lanetlemeden geçemezsiniz. Kızdıysanız birine, edebinizle sırtınızı dönmek yerine engellemeden duramazsınız. Sözleri de vardır “görmesin de kudursun, anlayınca deliye dönecek” gibi gibi intikam ve hırs dolu sözler ve eylemler.
Oysa ki çoğunlukla da ilgilenmez diğer taraf bu konuyla. Ardından merak başlar kimleri eklemiş, kimi beğenmiş ve en son mutlu muymuş diye? Üstelik bu bir ilişki de olmak zorunda değil; sardı ya bu illet, tanıdık tanımadık herkes için bir anda başlayabilir bir dürtüdür artık.
Ama en esası, konuşmayı unuttunuz. Öyle en düzünden söylemeyi, söylenecekleri. Sanal dünya her şeyi o kadar hızlı yapar oldu ve o kadar minik hareketlerin büyük anlamları oldu ki, olaylarda insanların sizi aynı oranda çabucak anlamasını, sorunların o denli çabuk çözülmesini, ilişkilerin çabucak başlamasını, hemen evlenme teklif etmesini, hemen silmesini ve az konuşup çok bilinmeyi beklediniz. En uzun cümlelerinizi internete koyduğunuz fotoğrafların altına yazdınız belki de, sırf bir gönderme uğruna. Ama desem bana kendinizi “hashtag” anlatın diye, tam işte bunla en iyi anlatacak bir dünya kurdunuz kendinize.
Yani anlayacağınız kutudan izlemeye başladınız hayatı ve yaşamayı unuttunuz. Sevmeyi unuttunuz ve en önemlisi “söylemeyi”. Konuşmayı unuttunuz, birden fazla cümleyle paragraf olacak kadar kendinizi anlatmayı unuttunuz.
O halde gerçeklerimize dair Albert Einstein’in yine üstün öngörüsünü hatırlatarak:
“Korkarım ki bir gün teknoloji, insan iletişiminin ve yakınlaşmasının önüne geçecek …”
Şimdi sakince elinizdeki o sanal kutuyu yavaşça yere bırakın ve hayatınıza doğru uzaklaşın.
Betül Yergök /Mentalizasyon
mail: info@mentalizasyon.com
İnstagram/Youtube: @mentalizasyon