Beynimizde ve bedenimizde duygularımızın, düşüncelerimizin kendi kendine çıkıp aktığı bir kapı yok. Daha doğru anlatmak gerekirse, içimizde uzun bir süre tuttuğumuz ve körüklediğimiz şeyi içeride mi bırakıyoruz yoksa dışarı mı akıtıyoruz, bu çok önemli.
Travmatik olaylarımızı, acı tecrübelerimizi, olumsuz düşüncelerimizi, ağır ve problemli duygularımızı sahiplenerek bedenimize ve beynimize mühürlüyoruz genelde. Bu mühürlemeden sonra zaman zaman ya da her zaman onun altını açık tutuyoruz, bazen ateşi kapatsak da ardından tekrar yakıyoruz. Bu olaylar, duygular ve düşünceler bir akıma giriyor, enerji olarak beyinde ve bedende çarpa çarpa dolaşıyor.
Bu anılar, duygular ve düşünceler vücuttan veya beyinden bir kapı bulup çıkamıyor, işte bu kötü. İşin bir diğer kötü tarafı bu enerjinin vücutta çıkış bulmaya çalıştığı zamanlarda bedene içten zarar vermesi. Yani hastalıklarımızın nedeni oluyorlar bir zaman sonra. Travmatik olaylarımıza, acı duygularımıza ve olumsuz düşüncelerimize sahip çıkma ve “iç yakma” eylemine göre değişiyor etkisi. Yani çok derin yaşayıp çok sahip çıkarsanız çıldıran bu koca enerji içeride büyük bir sarsıntı yaratacak ve o da daha mühim hastalıklara dönebilecek, biliniz.
Kesin bir bilgi ya da tıbbi bir iddia olarak söyleyemeyiz ama etrafımda çokça örnekte kanser vakalarında bu hastalığın ilk evresinin oluşmasından evvel, kişinin 1-2 yıl içinde travmatik bir olay yaşadığı ve buna çok derin üzüntülerle sahip çıktığını gözlemledim.
Derin bir acı ve üzüntüyü içeride tutmak, içi yakmak ve o ateşe bir süre sahip çıkmak, acı bir enerji akışı başlatıyor az önce anlattığımız gibi. Bunu yapan kişiler, uzun süre bu olayı atlatmıyor ve acısını derin yaşıyor; ardından 1,5-2 yıl sonra derin bir hastalıkla karşı karşıya gelebiliyor, o sahip çıkmanın bedelini ödeyebiliyor.
En üzücü gözlem ise bu kişilerin travmatik olayları atlatıp normalleşmeye başladıktan sonra hastalığın kapıyı çalmasıdır. Bu gerçekten çok üzücü. Düşünsenize bir süre bir konuda kendinizi üzüntülerden acılara atıp duruyor ama sonra atlatıyorsun ve toparlanıyorsunuz. Ardından mutlu günler başlamışken bir misafir kapıyı çalıyor ve kendinizi çok üzdüğünüz zamanların hediyesi olarak geldiğini söylüyor. Belki de o misafir gelmeden önce üzüntünüzü çoktan unutmuş bile oluyorsunuz.
Bu gözlemler ve yakından yaşadığım hikayelerin sonucunda bulduğum farkındalık yaklaşımını size vereceğim. En önce bu tespitlerde “en çok canınızı sıkan şeyin ne olması gerektiğini” belirleyelim. Nedir bu? Kesinlikle geçen acının mutlu günlerde bedelini hediye olarak göndermesi zorumuza gidecek şey olmalıdır.
Hayatta “zorumuza giden” konularda silkelenir ve kesin kararlar alırız, kendimize yemin ederiz. İşte bu yüzden mutlu günlerde fazla ve manasız acının bedelinin kapıyı çalması zorumuza gitmeli! Örneğin biten bir ilişkide kendinizi çok ağır bir acıya boğdunuz ve bir zaman sonra atlattınız, hatta tam da mutlu bir ilişkiye başladınız ama o eski acının hastalığı kapıyı çaldı.
İyi zamanımızda kötü zamanın acı hediyesiyle karşılaşma ihtimali zorumuza gitti, korkuttu ve bunu cebimize koyduk. Şimdi de “2 yıl” uyarısını beynimize kırmızı renkle yazalım derim.
Kendimize şunu söyleyelim: “bugün üzülüp atlatacağım bir şeyin asla 2 yıl içinde bana hastalık olarak dönmesine rızam yok”. Bu süre bir sembol olabilir, bilimsel kanıtı olmayabilir ama iyi bir bahane olabilir.
Acılarımızın, üzüntülerimizin, olumsuz duygu ve düşüncelerimizin biz çıkarmadıkça kendi kendilerine çıkabilecekleri bir kapı yok. Üstelik sadece kapı da yetmiyor, içeride onu büyük bir enerji topuna döndürüyorsak onu çıkarabilmek de zorlaşıyor ve bedenimize, ruhumuza çarpa çarpa bizi bizden ediyor olacak.
Ben kendime bu konuda söz verdim sıra sizde.
Betül Yergök
İnstagram: @betulyergok
Youtube: @mentalizasyon