Futbol ile hiç alakam yok aslında, neden sevildiğini dahi anlamayacak kadar. Ebetteki ben onların coşkularını ve şarkılarını seviyorum. Beşiktaş’ın tam göbeğinde olmamdan mütevellit çArşı’ya karşı da öyle normalinden bir sempatim var.
Öyle kafamın her an ve hikayeden kendime ders çıkarmaya çalıştığı günlerden birinde, tam da merkezine düşmüştüm bir dünya maçının. Onlarca Beşiktaş taraftarı ile maç izliyorken bulmuştum kendimi. Onlar bağırıyor ben korkuyor, onlar sinirleniyor ben korkuyordum. Bir anda coşkulu bir şarkı söylemeye başlıyorlardı ve ben, böyle tam ortalarına atlayıp en çok bağıranı olmak istiyordum.
Tüm bu birbirine zıt duyguları bir arada yaşarken fark etmiştim bazı şeyleri…
Taraftar maçı izliyor, inanıyor, coşuyor; ben ise onlardan bir hayat dersi alıyordum. Birbirlerine sarılmış bağırıyorlardı. Takımlarına inanıyorlardı, heyecanlıydılar, mutlu ve inançlıydılar. İnanmakla kalmayıp, daha çok güven gösterisinde bulunsalar, o enerji, stadı ele geçirip neticeyi kucaklarına koyacaktı sanki.
Bence öyle de olmalıydı. Çok güzel inanıyorlardı. Hayalleri vardı, sadece kazanmak değil dört gol atıp maçı iyi fark ile bitirmek gibi… Düşündüm…
Neden kendimizin, hayatlarımızın ve hayallerimizin fanatiği ve hatta gerekirse holiganı olmuyorduk? Böyle olamaz mıydık ve ne kadarımız öyleydi? Kendimize ve bize dair olan her şeye karşı tutkumuz neden olağan seviyedeydi?
Hayatımızın, hayallerimizin ve isteklerimizin holiganı olmalıydık, fanatiği, taraftarı ve tutkusu! En çok kendimizi sevmeliydik, bencillikten ayrı, özbenliğe hak ettiği değeri verircesine… Bir iş görüşmesinde içimizden “Hadi kızım sen bu maçı alırsın” temposu tutabilirdik. Sabahları uyandığımızda “günün tüm zaferleri kupası benim için olacak, hadi bakalım, hoppaaa” diyerek evden çıkabilirdik, en az taraftarın maç günü evinden çıkarken taşıdığı tutkuyla benzer. Ya da limanımıza yanaşan bir aşk adamı için içimizden “Hadi oğlum mutlu et, şımart beni, alt küme değil dünya kupasıyla gel karşıma, beni kazan, benim için emek harca, koş, çünkü ben bu ligin sonundaki zaferin ta kendisiyim, zaferi istiyorsan benim için daha çok çabala” diyerek zihnimize el çırptırabilir ve gerçekten varlığımızın kıymetini önce biz bilebilirdik.
Böylece günü nasıl geçirmek istediğimizi de, o işi almak istediğimizi de, bir aşka ve mutluluğa dair neler beklediğimizi de unutturmazdık kendimize…
İşte bu yüzden sorum şu oldu: “Fanatiğin bir takımı sevdiği kadar seviyor muyuz?
Başkalarına, işimize, sorunlarımıza, aşkta muhatabımıza ve tüm dış dünyaya bakmaktan varlığımızın zenginliklerini bilmiyor, görmüyor ve hesaba katmıyoruz. Örneğin kalbimiz pırpır ettiğinde tek mesele onun bizi sevmesi oluyor. Yani sanki sevilemeyecek insanmışız gibi kendimize bakmıyor, kıymetimizi bilmiyoruz. Elbetteki kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama bahsettiğim de bu değil. Gerçekten kendini seven insan, kendisinin sevilmeye değer insan olduğunu bilir ve sevilip sevilmemenin de hayatın olağan seçimlerinden olduğunu görür. Yani reddedilirse de öyle çok üzülmez (hiç üzülmez diyemem:) ) .
Mesela bir kısım kız arkadaşlarım, aynaya baktığında veya bir konu anlattığında “ben güzelim, ben özelim” gibi sözler sarf etse, halen daha şaşırıyorum, kendini sevmeyi başarabilmiş olsam da. Biraz megalomanca gelse de kişinin kendi varlığındaki kıymetleri görmeli ve buna göre istek ve seçimlerini oluşturmalı diyorum.
Deneyimlerin sonucunda söyleyebileceğim en büyük tılsım, iş ya da özel yaşamınızda insanların sizi neden sevebileceği ve seçebileceği hususunda kıymetli yanlarınızı yazın, düşünün, söyleyin ve hep bilin. Tüm beden ve ruh kıymetlerinizi, siz öncelikli değer olarak aklınızda tutmalısınız.
Aşka dair kendinizi sevdiğiniz zaman, bakacağınız konu “onu sevmemi hak eder mi?”, iş hayatında ise “burası beni hak ediyor mu, ben ücret/iş karşılığında gereksiz yere kendimden fazla veriyor muyum?” gibi sorular öne çıkıyor olacak.
Analitik sayarsak hayatı; denklemin sonunda iki çizgiden sonraki sonuç “kendiniz” olmalıdır. Daha da fazlası, denkleme başlamadan önce de aldığınız birim değer varlığınız olmalıdır diyorum.
Aynaya bakın, bugün dünya sizi hangi yönlerinizden dolayı sevmeli, sıralayın ve bir zahmet bu yönlerinizi dünyadan önce siz sevin! Gözlerinizi kapatın ve bugünden sonra dışarıya bakmadan önce, her zaman kendinize bakmayı, kendinize değer vermeyi, kendi isteklerinizi kıymetli saymayı seçin.
Artık yeşil çimler değilsiniz, maçın ortasında savrulan top değilsiniz, golün atıldığı fileler değilsiniz ve dahi yedek kulübesinde üşüyerek bekleyen oyuncu da değilsiniz. Siz stadın yanında sahibini bekleyen kupanın ve çığlıklara konu zaferin tam olarak kendisisiniz.
Betül Yergök /Mentalizasyon
http://mentalizasyon.com/
mail: info@mentalizasyon.com
İnstagram/Youtube: @mentalizasyon