Artık yeryüzünde bir Pink Floyd albümü daha var. Üstelik buna bizzat tanıklık etmek bile başlı başına heyecan verici. 1973’ün The Dark Side of the Moon’u yayımlanırken buralarda değildim, hakeza Wish You Were Here’ın sıcak günlerinde de. Ekip olarak bıraktıkları son nokta, yani bundan 20 yıl önceki The Division Bell’de ise 7 yaşında bir çocuktum. İşte şimdi karşımdalar.
Hep bir masal gibi birilerinden dinlediğimiz ya da albüm tekrar basımlarında okuduğumuz o yeni şarkıların, yeni albüm ön yüzlerinin telaşı, etkisi, güncelliği bizim jenerasyona da sirayet ediyor şu günlerde. Sonuç olarak 40 yıl öncesinden bu günlere belki de en güzel mirası bırakmış bir gruptan söz ediyoruz.
Syd Barrett'li günlerin üzerinden epey zaman geçtiği doğru. Roger Waters da yok burada. 19 yaşındaki Mısır doğumlu Ahmed Emad’a ait kapak tasarımı şüphesiz Pink Floyd külliyatındaki görsel çabalar düşünüldüğünde vasat kalıyor. Ayrıca kimileri için alelade düzenlemelerle kotarılmaya çalışılan yeni bir satış stratejisi bile olabilir bu. Yine de belirtildiği gibi daha önce duyulmamış ve muhtemelen son perdedeki bir Pink Floyd albümüdür The Endless River.
1994 senesinde çıkan The Division Bell’in kayıt döneminde üzerinde çalışılmış, beğenilmediğinden değil tamamlanamadığından bir köşeye istiflenmiş tam 20 saatlik Pink Floyd materyalinin detaylarını, yeniden gözden geçirilmiş halini dinliyoruz burada. Şarkılar bölümlere, oradan da bütünlüğe ulaşıyor.
Söylenmemiş şeylere dikkat çekerek açılışını yapıyor The Endless River. Ambient tavrını dolaşan 18 şarkı boyunca bir yandan da progresif güzergaha dahil ediyor bizi. Kırılgan gitar geçişleri derin synthesizer dalgalarına çarparak saykodelik bir alan yaratıyor. Ummagumma çok uzakta değil, bir yerlerden Animals çıkıp geliyor. The Wall çağrışımları hemen bitişiğinizde, ama en çok The Division Bell ile hemhal oluyorsunuz bu yeni parçalar akıp giderken.
Kapanıştaki Louder Than Words haricindeki tüm şarkılar enstrümantal yöne emanet. David Gilmour’un vokaline daha fazla ihtiyacı var The Endless River’ın bu doğru, ancak kelimeler olmadan da kelamını iletmeyi bilir Pink Floyd. Gerekirse içine dalıp sözleri sizin eklemenizi ister mesela. 4 numaradaki Sum, Türkçe isimli Anisina, finale yakın konumlanan Talkin’ Hawkin’ bu haletiruhiyedeki şarkılardan birkaçı.
Öte yandan albümün belki de en önemli varlık sebebi 2008 yılında hayatını kaybeden Richard Wright’a saygı duruşu mahiyetini taşıması. The Division Bell günlerinde, bu şarkıları ortaya çıkaran ekibin bir parçasıydı Wright. Hem David Gilmour’un hem de Nick Mason’ın belirttiği gibi Pink Floyd sound’unun geri planı ona emanetti.
İşte The Endless River boyunca, belki daha önce hiç olmadığımız kadar geri plandaki sound’un, enstrüman akışının merkeze yerleştirildiğini hissediyoruz. Wright’ın Pink Floyd için ne ifade ettiğine odaklanıyor The Endless River. Bunu bir defa daha ve son kez hatırlatıyor.
Tüm çağrışımlarına kulak kabartarak ve onlardan gelen son mesaj kabulünde dinlenecek bir albüm var karşımızda. Evet, 20 yıl öncesinden kapıyı çalıyorlar. Dünyayı, insanı, sembolleri, paradoksları, kaotik zamansız metaforları her bir döneminde işleyen ölümsüz bir ekibin son selamıdır The Endless River.
Çoktan bitmiş bir rüya mı bu, belki de. Emin değilim. Öyle olsa dahi tekrar içine çekiyor ve yeniden aynı uykuya çağırıyor sizi. Üstelik tıpış tıpış gidiyorsunuz. Daha önceki albümlere kıyaslamalar yaparak yeriyorsunuz bir yandan belki, ama işte oradasınız. Pink Floyd’un 40 küsur yıllık külliyatının bir kesitinde nefes alıyorsunuz. The Endless River, her şeyden önce bunu başarıyor.
Twitter / @BekirzgrAybar
bekirozguraybar@gmail.com