Birkaç dakikadır düşünüyorum. Tam olarak neredeydim onlara ait ilk şarkıyı dinlediğimde? Bir konserdeki ani karşılaşma değildi, orası tamam; ama kesin bir tarih veremiyorum yine de. Yakın bir arkadaşım “İyiler, bir ara dinle” diye mail bırakmıştı, belki budur başlangıcı. Bendeki The Away Days’in başlangıcı yani.
Herkesin ayrı bir The Beatles’ı, Interpol’ü ya da ne bileyim The Maccabees’i, The Charlatans’ı vardır. Eğer duyduklarınızla bir bağ kurabilirseniz o ritimleri dönemlere ayırırsınız, inişleri ve çıkışları aynı oranda takip edersiniz. Kimisi için de tek albümlük kahramanlardır onlar. Evet, şarkı tekdir, ama herkesin o birkaç dakikayı dinlediğinde gömüldüğü dünya ayrıdır. Lennon tektir mesela, ama yansıması hala yakamızdan düşmemiştir. 30 kusur sene evvel toprak altına giren yalnızca candan kopmuş bir bedendi. O ise milyonlarca dinleyeninin içinde hala yaşıyor.
2012 Civarındaki Doğru Adımlar
Belki bunu söylemek için henüz çok erken, ama ‘Dressing Room’dan ‘Hands’e, ‘Galaxies’den ‘Your Colour’a kadar The Away Days cephesinden dinlediğim şarkılarda da böyle bir bağ var. Başladığı an sizi Indie merkezindeki soft tavırlara çekiyor. Boğuk, yer yer ağır bir vokal, ama her durumda iki gitarın shoegaze etkileşimi var burada. 3 şarkıdan oluşan “How Did It All Start” adlı EP’lerini 2012’nin sonlarına doğru yayımladıklarında, o 3 alt başlıkla salt ülke içinde ses vermenin ötesinde yurtdışına sızmayı da başarmışlardı. Her yıl Birleşik Devletler, Austin’de gerçekleştirilen SXSW’e uzanan bir başlangıçtı bu ve hiç fena değildi.
Şimdilerde ise artık ilk uzunçaların izlerini belli etmeye başlıyor The Away Days. İlk önce ‘Your Colour’ı duyurdular, kısa bir süre sonra da yeni teklikleri olan ‘Paris’ geldi. Üstelik bu her iki şarkı da yurtdışındaki müzik merkezli yayınlarda yer aldı. ‘Paris’in prömiyeri Spin Magazine aracılığıyla gerçekleştirildi örneğin. Topluluk işte tam böyle bir yeni dönemin yakınındayken, artık ilk fırsatta röportaj için adım atacaktım. Birkaç gün önce, Peyote’de sahne alacaklarını öğrendiğimde ise derhal kendileriyle iletişime geçtim. Sahne öncesinde bir araya gelmek için sözleştik. İstiklal Caddesi cumartesi kalabalığında kaybolmuşken, Peyote’de grubun iki kurucu üyesi vokalist Oğuz Can Özen ve bas gitardaki Sezer Koç’la buluştuk.
2012 civarından, başlangıçtan açıyorum lafı. Can, Sezer’i üniversite döneminden tanıdığını belirtip, o günlerde vuku bulan uyumlarının hala devam ettiğini anlatıyor. İkisi dışında kadronun sürekli değişiyor olmasının grup üzerinde herhangi bir olumsuz iz bırakıp bırakmadığını soruyorum. “Biz de devamlılığı olan bir ekiple hareket etmek istedik, istiyoruz da, ama bazen bu değişime engel olamıyorsunuz.” diyor Sezer. “Zaten ilk günden bu yana şarkılarla ilgili her şeyi Sezer ve ben üstlendik. O nedenle yaşanan kopuşlar grubun kimliğini yok etmedi.” diyerek söz alıyor Can.
"SXSW, Çıtanın Yükseldiği Andı"
Konuk oldukları SXSW’in, kariyerleri açısından çok önemli bir karşılıkta durduğuna değiniyorlar. Yine de Can bu konuya biraz farklı yaklaşıyor: “O sahnelerden birinde yankılanmak harika bir his. Evet, biz buradan oraya giden ilk gruptuk ve bu nedenle dikkatleri bir anda çekmeyi başardık, ama bana kalırsa bu durum bizim başarımız olduğu kadar biraz da ülkenin başarısızlığıdır. Bizden önce SXSW’e gidilememiş olmasından hareketle söylüyorum bunu.” SXSW maceraları hakkında yaklaşık 1 buçuk yıldır hemen her mülakatta konuşmaktan, en az şu “isminiz nereden geliyor?”muhabbeti kadar sıkıldıklarını tahmin ederek o günlere dair tek cümle istiyorum Sezer’den. Hazırlıklı bir cevap geliyor: “Bizim için çıtanın yükseldiği andı.”
Biraz yorgun görünüyorlar. Birkaç saat içinde sahnede olacaklarını düşünerek isterlerse röportajı kısa kesebileceğimi söyleyince “Zaten şu konser günleri uyku meselesini hiç halledemiyoruz. İlk şarkıdan itibaren açılırız. Hep öyle olur.” yanıtını alıyorum. Bu işaretin ardından grubun yeni dönemine koşuyoruz. Özellikle son 5–6 ay içerisinde stüdyoya girip 15’ten fazla şarkı yaptıklarını vurguluyorlar. “Bunları konserlerde duyuruyoruz. Mesela bu akşam en az 9-10 tanesini çalacağız.” diyor Sezer. Ne ki, şimdilik yalnızca konserlerde duyacağız bu yeni şarkıları. Zira giriştikleri bu stüdyo sürecinin bir albüm çalışması olmadığını ayrıca belirtiyorlar.
Video klipler, EP, single’lar tamam; ama hala bir stüdyo albüme imza atabilmiş değiller. “Sanırım The Away Days’in ihtiyacı olan bir uzunçalar.” diyorum. Bu tespitime katılmanın yanında esas ihtiyacı oldukları şeyin iyi anlaşabilecekleri bir plak şirketiyle hareket ederek yayımlanacak bir LP olduğunu dile getiriyorlar.
"Belki Nepal'de Bir Yerde"
Bazı önceliklere mutabık kalarak ilerlemenin derdinde The Away Days ve bunlardan ilki de sakin kalıp doğru adımlar atmak, atabilmek. “Tüm çekinceleri bir tarafa bırakıp yalnızca ‘bir albümümüz olsun’ diye düşünseydik bunu yapmak bizim için zor olmazdı. Sana şu kadarını söyleyeyim: Hazırlıklar birkaç ay bile sürmez. Ama dert ettiğimiz sadece bir albüm değil.” diyor Can ve devam ediyor: “Yalnızca yurtiçini düşünmüyoruz, Avrupa’da dirsek teması kurmaya çalıştığımız kimi şirketler var. Ben bizzat iletişim halindeyim. Dışarıda var The Away Days. Röportajlar yapıyoruz, şarkılarımız dönüyor. Geçen iki yılda büyük bir mesafe kat ettiğimiz ortada. Durum buyken sadece içe dönük bir kayıt hata olur. Bu nedenle doğru anı beklemeyi sürdüreceğiz. Ama az evvel Sezer’in de söylediği gibi şarkılar elimizin altında.”
Bunlar beklemede kaldıkları bölümleri gösteriyor. Netleşenler de var elbette. Örneğin 2015’in ilk aylarında, Almanya’da 10 ayaklı bir turne planlarından bahsediyorlar. Sonra Hollanda ve Fransa. Hemen ardından ise merkez üssü geliyor: Britanya. Konusu açılmışken tüm şarkıların İngilizce olmasındaki gerekçeyi soruyorum. “Kendimizi dahi iyi ifade edebiliyoruz. Bazıları bizim için ‘kendilerini İngiltere’de görüyorlar’ filan diyor. O havalarda değiliz. Bir maske takmış değiliz. Bir konum çabası da değil bu. Global bir müzik yapıyoruz sonuç olarak ve bu müziğin dili İngilizce.” diyor Can. Sezer ise “Bizi İstanbullu topluluk olarak bilirler yurtdışında. Aslında hiçbir yere ait değiliz. Belki Nepal’de bir yerdeyizdir.” çıkışını yapıyor. Gülüyoruz.
Kayıt cihazını kontrol ediyorum. 20. dakikadan dönüş almış röportaj. “Benim için tamamdır” deyip eklemek istedikleri bir şey var mı diye soruyorum. Sezer’den “yok” işareti geliyor. Can ise bir cümle hazırlığında. Bunun üzerine kaydı kapatmaktan vazgeçip bekliyorum. “Şunu bilmeni isterim. Ayaklarımız yere basıyor.” diyor Can ilk olarak. Ardından kapanışı yapıyor: “Yolun daha %3’ünde yer aldığımızı biliyoruz; yapmamız gereken tek şeyin devam etmek olduğunu da.”
Twitter / @BekirzgrAybar
bekirozguraybar@gmail.com