Pazar"Dille oynuyorum. Egzersiz yapıyorum, kılıç-kalkan egzersizi gibi"

"Dille oynuyorum. Egzersiz yapıyorum, kılıç-kalkan egzersizi gibi"

10.06.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

YENİ kitabı "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?"yi çıkaran yazar Perihan Mağden: "Benim yazma eğilimimle ilgili olarak annemle çok sıkı bir bağım var. Çünkü ben onun proje çocuğuyum. Bir yazar yaratmak istedi ve helal olsun, yarattı. Oysa ben kızıma odasını bile toplatamıyorum."

Dille oynuyorum. Egzersiz yapıyorum, kılıç-kalkan egzersizi gibi

Perihan Mağden için köşe yazılarının şahitliğinde (!) yapılan "sinirli, agresif kadın" tanımı bir şehir efsanesi sanki. O kadar neşeli, o kadar sıcak. Bir de doğal. Şeker şerbet de değil ama. Serin ve samimi. Uzun, eğlenceli bir konuşma oluyor. Romanla başlayıp erkeklerle ilişkilerine, ne olacak bu memleketin haline kadar geliyoruz. Karşınızdaki psikoloji mezunu, insanı kalemiyle didik didik etme konusunda mahir biri olunca, karakterlerin psikanalizi de söyleşinin cabası oluyor... Perihan Mağden'in Arnavutköy'deki evindeyiz. Neşeli, keyifli, enerjik o sabah... Önümüzde, tuzaklarla dolu acıklı bir anne-kız ilişkisini anlattığı son romanı "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne" (Can Yayınları)... Kahveler, çaylar. Art arda kahkahalar. İnsanın hikayesini hakkıyla anlatmak da okumak da netameli iş. O yazarken, ben okurken içimiz kıyılmış. Bunu çok hak ediyoruz şimdi. Gözlerimiz de doluyor ama gülüyoruz daha çok. Bence anne çok tatlı ve doğru dürüst bir kadın. Tabii ki çok ekstrem bir vaka. Onun geçmişini de az çok verdim aslında ama çok vermek istemedim. Neden-sonuç, yumurta-tavuk ilişkisi zaten hoşuma gitmiyor romanlarda. Öyle sosyolojik roman yazmadığım için dağınık kalmasını, araları okurun doldurmasını istiyorum. Romandaki anne dudak uçuklatan, insanın tüylerini diken diken eden bir karakter. İsteseydiniz, kızına yaptığınız gibi, ona öyle bir geçmiş kurgulardınız ki biz onu da anlamaya çalışabilirdik. Niye yapmadınız? Beyni yıkanmış bir çocuk. Dua eder gibi konuşuyorlar, hep aynı kitabı okuyorlar, hep aynı lafları söylüyorlar. Beyni yıkanıyor çünkü insanların anneleri ve babaları tarafından aslında ciddi olarak beyinleri yıkanıyor, duygusal şantaja tabi tutuluyorlar, ruhsal tehditler altında yaşıyorlar. Bütün bunların çok uç bir örneğini yarattım. Romanın en acıklı yanlarından biri de küçük kızın kabullenmekte zorlandığı gerçeğe uyum çabası. Annesinin öfkesini kitap boyu "üzüntü" olarak yorumluyor bu sebepten ötürü. "Genç Parti barajı geçerse Türkiye'de yaşama kararımı sorgulayacağım" Gerekçelendiriyorsun tabii. Hayatta makul dozlarda yaptığımız her şeyi çok ekstrem dozda görüyoruz bu kitapta. Toplumlara bile uyarlayabiliriz bunu. Biz de zaman zaman uyum sağlamakta zorlanınca, rasyonalize etmeye çalışıyoruz bir sürü saçma durumu ve davranışı... Türkiye geneline de uygularız tabii. Mesela Genç Parti'ye oy verenler diyeyim... Türkiye geneline uygularsak? Ama ben ona çok memnun oldum. Çünkü Urfa'dan bağımsız olarak kesin girecekti; Genç Parti'nin barajı geçmeyeceğini ümit ediyorum. Geçerse de, Türkiye'de yaşama kararımı sorgulayacağım. Bu kadar sertifikalanmış bir hırsızlığı olan, Türkiye Cumhuriyeti'nden çalıp çırpmış bir aileye yüzde 10 barajını geçirecek oy çıkarsa hakikaten çok ciddi bir patoloji içinde olduğumuzu düşüneceğim. Ve tabii oradan aday olanlar, İbrahim Tatlıses gibi... Peki İbrahim Tatlıses'in nesi dürüst? Sadece sürekli bullshit'lerle çıkıyor karşımıza ama Almanya'da tecavüzden yargılandı; burada Asena'yı benzincide döverken görüntüleri çıktı; çarşıda bir cinayet işlendi, ya ailesinden biri işledi ya o işledi, kan parası verildi; sürekli Sauna Çetesi'nden yargılanıyor. Yani ondan daha kriminal eğilimleri yüksek bir şarkıcı, popüler kültür tipi düşünemiyorum ben. İbrahim Tatlıses'in şov programını izlediğinizi biliyorum. Bu kadar çok dürüstlük lafı eden birinin, profilini çizdiğiniz bir partiden aday olmasını nasıl yorumluyorsunuz? Yani hep şakayla karışık şöyle diyorum; benim tek konum var: Anne-kız ilişkisi. Çünkü hayattaki ilk ve tek temel ilişkimiz; yani bütün ilişkilerin nüvesi bu. Onun üstüne kuruluyor her şey. Ama bu konuyu yazmaya devam eder miyim yoksa sonuna mı geldim onu da gerçekten bilmiyorum. Bu kadar üzücü bir ilişkiyi yazarken masanın başında içim kıyıldı. Hakikaten komik, neşeli bir kitap yazmak istiyorum. Sizin edebiyatınızın çocukluğun kırılganlığıyla özel bir derdi olduğu yazıldı, söylendi hep. Kurgularınızı özellikle bunun üzerine şekillendirdiğiniz de... Dört romandır sürüyor bu anne-çocuk teması. Devam etmeyi düşünüyor musunuz? Olabilir çünkü her şeyin karekökünde anne-çocuk ilişkisi yatıyor. Dedim ya başlangıç noktasında anne ve çocuk var. Gerçi şimdi bakıcıya bırakıp kaçıyor anneler işe... Onun için de o çocukların psişesini Filipinli bakıcılar ya da işte Kayserili bir kız belirleyecek mesela. Yıllar sonra çocuk da zavallı, gidecek psikanaliste uğraşacak psikanalizle, sakalı ağarmış, piposu elinde bir psikiyatrla... Halbuki düşünemeyecek ki Kayserili 15 yaşında bir kız onu böyle yapmış. Kadının "hastalıklı" hali zaman zaman anneliğinin önüne geçiyor. Belki de anne olma durumu biraz bahane midir? Siz biraz da bizim hastalıklı yüzümüze ayna tutmuş olabilir misiniz? "Annemin proje çocuğuyum, benden bir yazar yaratmak istedi ve yarattı" En dominant gözüken, iktidar sahibi babanın evinde bile aslında annenin hükümranlığını görmez miyiz gizlice? Mesela annenin çocuğunu babaya disipline ettirtmesi, hani o "Baban gelince söyleyeceğim, baban gelince dövecek, ne biçim etek bu baban görmesin" tehditleri. Bunları bile anne bir işbirlikçi havasında söylüyor. Aslında bu annenin tercihi, adamı kötü polis haline getirip kullanıyor. Burada iktidar yine kadında. Bence asıl bakmamız gereken anne. O hikayeyi, baba-kızın hikayesini bile bence anne kurguluyor ve yazıyor. Romanda güç kavramı, kaynağını annelikten alıyor. Aslında "güç ve iktidar", bize hep baba üzerinden öğretilen kavramlardı. Öte yandan meselelerimizin dibinde çoğunlukla babamızın yattığı söylendi hep. Freud'un meşhur "Yaşamak için ölmeni bekleyemem baba" sözü sonra. Yoksa, psikoloji de erkeklerin hegemonyasında olduğundan hedef mi şaşırttılar bize, nedir? Bitti zannediyorsun ama bitmiyor. Bitti zannetmiştim ben de. Mesela bu kitabımı kime adayacağım diye uzun uzun düşündükten sonra tashihlerini yaparken neredeyse gözümde yaşlarla yine anneme adadım. "Tülay Tuna'ya: Bütün kitaplar daima sana..." Benim yazma eğilimimle ilgili olarak da annemle çok sıkı bir bağım var. Çünkü ben onun proje çocuğuyum. Bir yazar yaratmak istedi ve helal olsun yarattı. Ama ben kızıma odasını bile toplatamıyorum. "Ben ne yazdıysam annem için yazdım" demiştiniz. 1999'da annenizi kaybettiniz. Anne teyidi ihtiyacı annenin ölümünden sonra bitiyor mu peki? "Türkiye'de askeriyenin ciddi bir ağırlığı var, bu beni rahatsız ediyor" Böyle şeyler devreye girmiş olabilir, şimdi bunu söylerken düşündüm. Geçen hafta Rakel Dink'i ziyaret ettim. Daha önce gitmek istedim, gidemedim. Zaten çok acılı bir insanın karşısında kendi sallapati acımla görünmeyi sorumsuz ve saygısızca buldum. Rakel hanım anlattı: 2 bin 60 tane tehdit almış Hrant Dink ve bunu eve yansıtmamış. "Keşke" dedi, "Bu kadar cesur olmasaydı da kaçsaydık." Ne kadar tehdit de alsan "Bana bir şey olmaz cesareti" var ya insanların... Bile bile lades ama 2 bin 60 tehditle kaldı Türkiye'de. O kader anını bilme, bilmeme, bilip tedbir alma, almama, çok çok önemli mevzular. Anne-kız kötülerden kaçıyor romanda ama bu bir tür ölümün kendisinden de kaçış. İnsanın ölümlülüğü karşısındaki aczini, şiddet kuvvetiyle unutturmak gibi bir mesele de alttan alta kitaba girmiş olabilir mi? Ölümlülüğe kafa tutmak? Olabilir. Bilmiyorum. Çünkü kitabı yazmaya "İki Genç Kızın Romanı" biterken karar verdim. Böyle bir anne-kız ilişkisi, kurban çocukla dominant bir anne düşünüyordum. Yazmaya başladığım birinci ayın sonunda mahkemeye çıktım ve bu mahkeme de travmatik bir deneyimdi benim için. Türkiye'de asker çok kadir-i mutlak, çok çok ciddi bir ağırlığı var askeriyenin. Ve bu ağırlığın bizim demokrasimiz pahasına kurulu olduğunu düşünüyorum. Ki bu da beni çok rahatsız ediyor, hem psikolojik olarak hem de sosyolojik olarak, ülkem adına... Şimdi böylesine bir rahatsızlık varsa benim içimde, bunun bir şekilde yazdığım romana, psikolojik gerilimli bir roman bile olsa, sızmamasına imkan yoktu demek ki. Ve sızdı bence. Roman öldürme kavramını da sorgulatıyor aslında. Anneyle kızın sonunu, hiç beklenmedik bir şekilde bir jandarma erinden dinliyoruz. Bu roman bir yanıyla hakkınızda açılan ve düşen vicdani ret davasına uzun, edebi bir cevap mı? "Politika yazarken cinlerim tepeme çıkıyor" Şimdi köşe yazısında, belli bir yıldan sonra sıkıldım ve kelimelerle oynamaya başladım bence. Bir ara rakam kullanarak "bir" yazmaya taktım. Bir dönem r'leri üç kere yazmaya. Böyle bir şeyi başlatıyorum, sonra vazgeçiyorum. Yani onlar sıkıntımı giderme araçları köşemde. Dille oynuyorum. Egzersiz yapıyorum, kılıç-kalkan egzersizi gibi. Ama romanda aşırı derecede yalın ve efendi bir dil kullandım. Herhalde hiçbir okur benden bu kadar tıkır tıkır bir dil beklemiyordu. Çünkü uzun uzun cümleler kullanan dantela, farbela, fırfır yazarlar beni aşırı bunaltıyor. O yazarlardan biri olmak istemedim. Dili en yaratıcı kullanan edebiyatçılardan birisiniz. Romanda dilin seslerini kullanıyorsunuz. Oysa köşe yazılarınızda, daha çok bedeniyle uğraşıyor, onu eğip, büküyorsunuz. Neresinden tutacağınıza neye göre karar veriyorsunuz? Köşede belli bir zaman sonra sıkılıp şikayet etmeye başladım, çok yaptım bunu. Bu sefer şöyle karar verdim. Ölmek var, dönmek yok. Yani karar vereceğim, hiç şikayet etmeden gideceğim köşemdem. Peki sıkıntınız geçti mi dil oyunları sayesinde? Kesinlikle. Alışıyorum ve hakikaten yazmayınca da kahroluyorum, kuduruyorum, kafamdan sürekli köşe yazıları yazıyorum. Bu bir rezalet değil mi? Ama bırakınca da çok mutsuz oluyorsunuz... Ama sonra nerde trak orada bırak hikayesi olacak. Öyle çok uzun sürmez. Hayır da ne yapacaksınız siz? Çünkü bir yandan da 50 yıldır köşe yazanları, köşelerini bırakıp gidemeyenleri eleştiriyorsunuz... Obsesif aşk ilişkisi gibi bir şey... "Üslubum denetimsiz ve otosansürüm zayıf" Ama köşede politika yazıyorum mesela, politika yazarken de cinim tepeme çıkıyor. Bir de sosyal eleştiri yazıyorum ve Türk toplumunda mesela yalan, palavra, herkes böyle... Çok bullshit bir toplum yani. Bunlar hakikaten beni çok çok sinirlendiriyor. Köşemde engel olamayıp bunları da dillendiriyorum. Üslubum denetimsiz ve otosansürüm zayıf. Mesele o. Benden daha çok kin ve intikam hisleriyle homur homur köşesinde oturan köşe yazarlarına bakıyorsun haza beyefendi, emekli diplomat Nukrettin Efendi gibi bir makale döşenmiş. Yani onların o denetimleri var. Çoğu büyükelçi gibi çalışıyor. Başbakanın uçağına davet edilmek istiyorsan elini ayağını tutacaksın makale yazarken. Yoksa davet edilmezsin. Rahmi Koç'la tekne gezisi yapmak istiyorsan da öyle... Bende böyle bir sansür de yok çünkü asosyal bir hayat sürdüğüm için ay o küser mi, bu bir daha yüzüme bakmaz mı gibi kaygılarla yazmıyorum. Şiirlerinizde bir Perihan Mağden var, insanı kalbinden tutup kavrayan... Bu hali, yeni romanda da görülüyor. Bir de köşe yazılarınızdaki öfkeli, agresif ve tabii ironik, eğlenceli Perihan Mağden. O öfkeli, sinirli kadın, bir yanıyla çok hassas, tatlı, keyifli... Kaç tanesiniz siz? Tatlı bir kadın olarak algılanacağına sinirli kadın olarak algılanmak hoş bir şey değil. Ki öyle bir yanım da tabii ki var; şimdi sütten çıkmış ak kaşık yapmayacağım ama ondan da ibaret değilim. Sizinle ilgili genel algının "öfkeli, hırçın ve sinirli" olması rahatsız ediyor mu? "Yolculukta çok uyumluyum ama biriyle aynı eve tıkılırsam arızalar yaratabilirim" Çok yumuşakbaşlı ve uyumlu değilim. Çünkü bence asıl belirleyici olan tek çocuk olman. Ben evde "Yemek saati benim acıktığım saattir" mantığıyla büyüdüm. Zaman ve mekana dair algıların tamamen bencilce tek kişilik düzene uygun kurulmuşsa başka biriyle geçinmen zor oluyor. Yine de arkadaşlarımla görüştüğümde ya da yolculuğa çıktığımda dünyanın en en uyumlu insanı oluyorum ama uzun vadede biriyle aynı eve tıkılırsam hakikaten arızalar da yaratabilirim. Peki erkeklerle ilişkileriniz? O alanda nasıl algılanıyorsunuz? Kızım Kova burcu; rezalet bir şey. O çok neşeli bir kere; bu önemli benim için. Bir de dağınık, dalgın... Yelken yapmayı çok seviyor ki bu muhteşem. Ben mesela hayatımda doğru dürüst bir spor yapamadım hiç. Yani benim yapamadığım şeyleri onun çok iyi yapıyor olması çok çok hoşuma gidiyor. Kızınız nasıl, o da tek çocuk? Ya için için mesela antropolog olsun isteyebilirim ama hiç söyleyemem. "Denizci olmak istiyorum" dedi son olarak, ben de "Aa ne güzel deniz biyoloğu olursun" dedim. O da dedi ki "Yok canım miço olacağım". Ne istiyorsa onu olsun. Hiçbir hayaliniz yok mu kızınızla ilgili? "Seçim olacak mı ondan bile emin değilim" Valla ben gamlı baykuş gibi bir şey oldum son zamanlarda. Seçim olacak mı ondan bile emin değilim. Gerçekten. Çünkü mesela eğer cumhurbaşkanlığı sandığı konulursa ikinci bir sandık olarak, kesinlikle Abdullah Gül seçilir. Eminim. İstatistikler de bunu söylüyor. E bunu istemeyen oligarşik bir yapı var Türkiye'de. 367 gibi bir şey üfürdüler Türk tarihinde ilk defa. Seçilmiş partinin cumhurbaşkanı seçmesini engelleyen bir siyasi ortamda, bu halkın yaptığı tercihi beğenecekler mi? Çok kuşku duyuyorum. Ve Yaşar Büyükanıt'ın da çok çok şahin bir genelkurmay başkanı olduğunu, neredeyse kabına sığmak istemediğini düşünüyorum. Görev sınırlarını ihlal etmeyi şiar edindiğini... Ve bütün bu kaygılarımı sürekli köşemden dile getiriyorum. Memleket meselelerine girmeden yapamayacağım. Ne olacak bu memleketin hali? Önümüz yaz, önümüz seçim... Ben iki partinin, CHP ve AKP'nin oyunu artırarak çıkacağını düşünüyorum. İki parti olurlar ve ilginç bir sayıda 30 tane de bağımsız girer diye düşünüyorum. Genç Parti'nin girebileceğini düşünmüyorum. Sağdaki hezimetten sonra girebilecek üçüncü bir parti varsa o da MHP. Peki seçim oldu... Sandıklar açıldı... Nasıl bir öngörünüz var? Yoo... Ben Abdullah Gül'ü destekleyen yazılar yazıyorum ama ona oy vereceğim demiyorum. Ben politik olarak AKP'li değilim ve hiçbir zaman da olmayacağım. Şu an doğru düzgün koşullar olsaydı AKP'yi acımasızca eleştiriyor olmak yerine AKP'yi savunmak durumunda bırakılmış bir vaziyetteyim. Bu da yeterince acıklı değil mi? İkinci sandık kurulursa Abdullah Gül'e mi oy vereceksiniz? "Süleyman Demirel'in çok çilesini çektik. Şu anda en demokratik kıvamda" Evet ve onun tekrar cumhurbaşkanı seçilmesini istemiştim. Biz Süleyman Demirel'in çok çok çok çilesini çektik. Tam yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. En demokratik kıvamda şu an. Ahmet Necdet Sezer inanılmaz rijid, sekter ve demokrasiden ziyade oligarşik sistemi güçlendiren bir cumhurbaşkanı örneği olarak bize bunca yıl hizmet etti. Bu Ahmet Necdet Sezer'e o Süleyman Demirel'i yeğlerdim. Bu arada sevdiğiniz bir başka isim de Süleyman Demirel... İnanır mısınız, Türkler bazen o kadar tuhaf olabiliyor ki. Nasıl Banu Alkan'ı görünce gidip "Sizi çok özledik, ne kadar zayıfsınız ve güzelsiniz" diyorlar, o çaktığım insanlar da gelip bana iltifat bile edebiliyorlar; inanamıyorum. Ben böyle kıyılara köşelere yapışmaya çalışıyorum, görünmeyen kadın olmaya... Daha gururlu olanlar, görmezden geliyorlar ama gelip vallahi tebrik edenler, hiçbir şey yazmamışım ve olmamış gibi davrananlar var. Bir de sevmediğiniz, takık olduğunuz insanlar dizisi var... Onlarla karşılaşınca nefretle ve sinirle mi bakıyorlar size? Ben de teşekkür ederim filan deyip olay mahallinden tüyüyorum. Siz ne yapıyorsunuz bu durumlarda?