26.10.2020 - 09:23 | Son Güncellenme:
İhsan Dindar - milliyet.com.tr / ihsan.dindar@milliyet.com.tr
"Bensiz" yayımlanalı bir aylık bir süre oldu. Albüme ithaf kısmından girmek istiyor. Orta Çağ'da yaşamış olan isimsiz müzisyenlere ithaf edilen bir albüm bu.
Aslında Orta Çağ sanatı olarak da bakmak lazım buna. Sadece besteci kimliği değil. Ressam, düşünür... Hatta Descartes'ın bir sözü var; "Ben bu düşünce formuna sadece Avrupa için değil İslam dünyası için de oluşturdum" Ortak bir miras söz konusu. Zaten baktığımızda Rönesans insanı dediğimiz kişi aynı zamanda bir Orta Çağ entelektüel formu. Bu insanların derdi anlamak. O yüzden her türlü alana girip çıkıyorlar. Anlamlandırdıktan sonra ortaya koydukları işleri isimlendirme katsayıları modern insanınki gibi değil. Günümüzde tabii endüstriyelleşmenin getirdiği bir durum söz konusu. Öyle bir noktaya geldi ki artık "ben" sadece sahip olduğumuz şeyle kendini ortaya koyabilen bir varlık haline geldi. Bunun belli bir yerden sonra üzerimizde ciddi bir yük yarattığını düşünüyorum. İnsanlar kendi egolarıyla rahat bir ilişki kuramadıklarından ötür bu depresif haldeler. Ben de açıkçası uzun süredir bu gözlemlerimi yaptığımda kendime alan yaratabilme açısından bu durumu ilk olarak Cemal Kafadar'dan öğrendim. Onun "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken" kitabı beni çok etkilemiştir. Kitabı okuduğum dönemde Osmanlı'yı anlama derdim vardı. İlk Renk albümüm Osmanlı müziği üzerineydi. Bu süreçte araştırmalar yaparken ortaya koskoca bir Orta Çağ kimliği çıktı. Sonrasında işin içine daha başka yönlerle girmeye başladım. Pavel Florenski'nin Tersten Perspektif isimli çalışması benim açımdan çok önemli bir yere sahip oldu. Eski çağ ve medeniyetlerde "ben" olgusunun çok enteresan bir biçimde işlendiğini gördüm. Şu anda çok daha fazla sahiplik üzerine kurduğumuz kimliğin o dönemde tam tersi bir yerde olduklarını gördüm. O yüzden Orta Çağ'daki sanatçılar benim için bir sembol oldu. Yine o süreçte farklı gitar türleriyle pek çok çalışmalar yapıyordum ve bu kadar çeşitlilikten yoruldum. Buralardan uzaklaşmak istedim. Dolayısıyla terk edeşin albümüdür Bensiz.
Peki neyin terk edilişi bu? Bundan sonrası için ne tarafa doğru bir yönelme var.
Zaman içinde kendi benliğimde kurduğum ilüzyon benliğin terk edilişi. Şöyle söyleyeyim o terk etme sürecine girdiğimde sanatla ilgili ilişkimin her an bitebileceği üzerine kurgulamaya başladığımda daha sağlıklı bir ilişki oldu bu. Müzikle de alâkalı. Müziği de her an bırakabileceğimi bildiğim için daha özgür ve kendisini daha rahat ifade eden bir ilişki kurdum.
"Her an bırakabilirim" demenizin sebebi nedir? Yeni bir yolculuğa çıkma isteği mi? Yoksa bir sıkılma hali mi?
Yol hayatın gerçeği. Meselâ bir saat sonra ölebilirim. Bu noktada bence modern insanın ölüm ve değişimle de olan ilişkisi de çok sorunlu. O anlamda çok katı bir yerde duruyoruz. Değişime izin verebilecek ne psikolojik ne de entelektüel birikimimizin olduğuna inanmıyorum. Özellikle Batı literatürünün son 150 yılında bu çok arkaya atıldı. Bizim İslâm medeniyetimizde de bu çok arkaya atıldı. Dolayısıyla benim burada kurmak istediğim terk etmekten de ziyade değişime alan açabilmek. Bunun nereye gideceğini bilmiyorum açıkçası. Belki Donizetti gibi aşçı olacağım. Hiçbir fikrim yok. Buna açık olmak insanı özgürleştiren bir şey. Diğer türlü çok yorulduğumu hissettim. Felsefe mezunuyum. Bir sürü akademik işim olmuştu. Onlar da beni çok yordu ve bir yere bırakabildim. Müzikte de bir yere bırakabileceğim belki de. Buna tasavvuf literatüründe hikmet sahibi olmak derler. Minyatür sanatçıları belli ustalığa ulaştıktan sonra artık minyatür yapmazlarmış. Bir yere koyduktan sonra artık sahiplenme konusunda o kadar da iştahlı olmuyorsun. Çok boyutlu bir cevap oldu sanırım.
Çok da güzel oldu... Ben de tam bu noktadan almak istiyorum. Bugün müzik yapan insanların farklı yönleri olmadığını tanıklık ediyoruz. Örneğin derinlikli bir felsefe, tarih ya da sosyoloji konuşabileceğiniz müzisyen sayısı azalıyor. Ya da kendilerini o yönleriyle göstermiyorlar. Albümün felsefesinden devam edelim isterseniz. Bir de nasıl etki bırakmak istiyor?
Tersi de geçerli. Artık felsefecilerle de sanatı pek konuşamıyorsun. Bunu ortaya en iyi koyan Pierre Hadot'dur. Onun "Yaşam İçin Felsefe" kitabını tavsiye ederim. Bu aslında gümüzdeki uzmanlaşma problemi. Eskiden marangozla acayip şeyler konuşabiliyordun.
"Bensiz albümü bu fazlalıkların atım süreci"
Bu sanırım bu çağın genel bir sorunu. Amerikan tipi uzmanlaşma eğilimi.
Evet, kesinlikle. Anlama derdinden çok endüstriyel dünyaya hizmet etme kaygısı var burada. Şu an akademik dünyaya baktığınızda herkes derinliksiz makale ortaya çıkarıyor. Hayatımızda bir fonksiyonu yok. Karşılıklı olmayan şeyin üretimi havada kalıyor. Aslında o noktada "Bensiz" ben bir şey yaptım ve ne olduğunu bilmiyorum. Klasik var, caz var. Sadece tek derdim kendimi ortaya koşulsuz bir biçimde koyabilmekti. Molla Sadra ve Spinoza'nın felsefi bağlamda söylediği ortak şeylerle bugünü kıyasladığımızda; bugün artık felsefe dil oyunlarına indirgenmiş durumda. Pierre Hadot'nun tespiti bu ve ona katılıyorum. Antik Yunan veya Orta Çağ'da, İslâm Medeniyeti'nde felsefe yapmak bir yaşam biçimiydi. Platinus'un çok sevdiğim bir sözü vardır: "İnsan kendisinin heykeltıraşıdır. Fazlalıklarını atar." Bensiz albümü bu fazlalıkların atım süreci.
Albümü dinlediğimde minimal bir tavır sezdim. Fazlalıkları atma sürecinin bir parçası mı bu tercih?
Çok güzel bir soru. Albümün içindeki bazı şarkılar kompozisyon olarak çok yoğun. Minimal olma kaygısı kompozisyon bakımından yok. Sadece minimal olma kaygısı yaklaşım olarak vardır.
Peki ikisi arasındaki fark nasıl ortaya çıkıyor?
Time dergisinde çok sevdiğim bir fotoğraf var. Bir budist rahip sel kopan bir bölgede yolunda ilerlerken etrafında kıyamet kopuyordu. Siz minimal yaşayacaksınız diye türbülansa girmeyeceksiniz diye bir şey yok. Mevlana için hep nefes alıp veren şeklinde bir atıf var. Halbuki bunlar canlı, hayatın içinde insanlar. Fahrettin Razi ile tartışmaları çok ilginçtir örneğin. Yani minimal yaşamak demek hayatla ilgili bağlarınızı kopartmak anlamına da gelmiyor. Ben kompozisyonda da böyle bir türbülansı vermek istedim.
Barok müziği çok seven biriyim. Borusan Müzik Evi'nde gerçekleştirdiğiniz performansta da o barok dönemin hazırlayıcısı geç Orta Çağ dönemi müziğini hissettim. Müzikal form olarak da bir selam bir ithaf söz konusu anladığım kadarıyla...
Doğru. ben lavtayı çok severim. Son zamanlarda da en çok dinlediğim albümler solo lavta çalışmalar. O noktada haklısınız. Gitarı öyle kullandığım noktalar var. Çünkü o dönemki barok müziğe yoğun bir ilgim oldu. Yine de daha klasik müzik çatısı altında görüyorum Bensiz'i. Barok tınılarla giderken bir anda Francisco Tarrega etkisi girebiliyor şarkıya.
Bensiz albümünden sonraki çalışmalarınızda bu tavrı sürdürecek misiniz? Tavırdan kastım daha klasik bir form… Yoksa bunu zaman mı belirleyecek?
Zaman belirleyecek. Çünkü Bensiz yaklaşımının getirdiği güzel bir şey var. Bugüne kadar da hep fikir-müzik üzerinden ilerledim. Ama artık şöyle bir noktaya geldim; “çok fikir bazlı müzik yapıyorsun. Fikirler olmadığında, müzikle baş başa kaldığında ne yapacaksın?”
Böyle bir şeyin olma ihtimali var mı?
Bilmiyorum. Belki de olmayacak. Ama şu anda müzik beni bir yerlere doğru çekiyor. Bir takım yeni kurcalamalara tekin olarak başladım hatta.
Albüme dair son olarak kimlerle çalıştınız onu da sormak isterim…
Albüm duo. Volkan Hürsever kontrbasta ben de gitardayım. Normalde biz bunun kaydını çok daha önce yapmıştık. Borusan Müzik’teki de canlı versiyonu oldu. Alper Mat, oradaki kayıtları aldı. Cem Çatık mastering. Fotoğraf ve videolar Aykun Tasciian ait. Meypom üzerinden de insanlara sunuldu. Böyle bir süreçte albümü toparladık.
Sizin bir de hocalık yönünüz var. Farklı coğrafyalarda müzik üzerine akademik ve felsefi dersler, söyleşiler gerçekleştiriyorsunuz. Bu noktada Türkiye’de müzik eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deminki uzmanlaşma ve endüstriyel bazlı konuşacak olursak akademik jargon bence dünyada fonksiyonunu kaybetti. Böyle bir gerçek var. Şu anda birçok yerde bu somutlaştırılmasa da bile artık insanlar bunu biliyor. Ama halâ bir sosyal fonksiyonu var. Pek çok insan artık üniversitelerin gerekliliğine dahi inanmıyor. Ben akademisyen kökenli biriyim ve akademiyi bıraktım. Şu anda beyaz yakalı, kurumsal dünya da tamamen kilitlenmiş durumda. Wendy Brown’un Halkın Çözülüşü adını taşıyan çok güzel bir kitabı var. Bence kitapta mevcut durum çok güzel özetleniyor. Özellikle 1980 sonrası neoliberal yaklaşımların kurumların içini nasıl boşalttığına dair sürecin sonunu yaşıyoruz. Büyük şirketler üniversiteler kurdu. Araştırmaya destek vereceğiz dediler. Öyle olunca lisans eğitiminin seviyesi düştü. Yüksek lisans ve doktoraya öğrenci bulabiliyorsun ama lisans seviyesi o kadar düştü ki hayatta karşılığı yok gibi bir şey. Üniversiteyi bitirdikten sonra insanlar kendilerini kuş gibi hissediyorlar. Bu her yerde böyle. Zihinlerde bilgi var ama aktif hale getirmede sorun var. Halbuki İslâm Medeniyeti’nde çok güzel bir yöntem vardır, kökleri 13. yüzyıla kadar uzanır. “Bildiğinle hareket et ki Allah bilmediğini sana öğretsin.” Ama bu neoliberal dünyada bildiğini sanan ve bilmeyenlerin her yerde olduğu bir dünyadayız şu anda.
Bilgi yarışmalarında sık karşılaşır olduk bu durumla. Yüksek puanlı üniversitelerden iyi dereceyle mezun olan yarışmacıların hayata dair çok basit soruları bilemediklerini görüyoruz.
Benim gördüğüm şu; Beyaz yakalılar birkaç sene içinde çok büyük bir krizle karşı karşıya kalacak. Şu anda sanatla da ilgili aynı problemi yaşıyoruz. Geçenlerde Özlem Hemiş’in Gözün Menzili isimli çok güzel bir kitabı yayımlandı. Orada bizim için harika bir tespit var. Der ki: “Türk toplumunda özgün olmaya yönelik her zaman bir eğilim vardır. Fakat bunun formu yoktur.” Çok yerinde bir tespit. Akademik dünya da öyle bir yere geldi ki kendin olmaya dair bir alan hiç yok. Halbuki bence sanatı besleyen şey insanın kendiliğini ortaya koyabilmesi. Bizde son dönemde kabul edilme kaygısına yönelik sanat yapma söz konusu. Böyle bir yaşam tarzını istemedim. Akademik tartışmaların çoğu da fonksiyonunu yitirmiş durumda. On yıl önce bunu fark ettim ve emin olun müziğe notalardan yeniden başladım. Bir şeyle bütünleşmeyi bilmeyen birinin sanata dair ortaya bir şey koyabilmesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Teknik meselelerden ziyade bireyselliğimiz ortaya koyabileceğimiz bir eğitim yok.
Son olarak pandemiye değinmek istiyorum. Uzun bir süre hiçbir sanatsal faaliyet gerçekleştirilemedi. Şimdi bazı şeyler yapılıyor ama insanlar da gidip gitmeme konusunda tereddütte. Bu işin akıbeti nasıl görüyorsunuz? Bu iş müzik alanında da bir dönüşüme yol açacak mıdır?
İşin en önemli noktası bu insanlar şu anda para kazanamıyorlar. Çok derin bir hayat problemi var. Aynı zamanda bu endüstriyel yaşamdan dolayı da bir yorgunluk var. Hepimizin aslında bir boşluğa ihtiyacımız var. Umarım bu pandemi süreci çok uzamaz. Ama her şey eskisine dönse bile insanların kültür-sanata büyük bir ilgi göstereceklerini sanmıyorum. Çünkü artık zaten herhangi bir şeye o kadar ilgi yok. Müzik ve genel olarak sanatta daha butik yaşam formlarına geçeceğimizi düşünüyorum.
Araya gireyim. Geçmişte de benzer şeyler oldu. Örneğin yıkıcı savaşlar nedeniyle büyük can kayıpları olunca senfoni orkestralarının yerine oda müziği ya da quartet gibi yapılar ön plana çıktı…
O savaşların olduğu dönemlerde güçlü kurumlar vardı. İyi eğitim veriyorlardı. Ama şu anda mezunlarda bile çok iştahsız bir hâl var. Bilgimizle yaptığımız iş arasında çok büyük bir kopukluk var. Bu çok depresif bir hâl yaratıyor. Bu depresif hâl pandemi geçtikten sonra daha da fazla ortaya çıkabilir. Hayatla kurduğumuz bağlar teker teker kopuyor. Bu bence çok ciddi bir problem. Benim genel gördüğüm daha büyüme üzerine değil de butik yaşamlara doğru gidiyoruz.
Fotoğraflar: Aykun Tasciian, Özlem Demirkıran