24.06.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - Sadece korku tutkunlarının değil, genel olarak sinemaseverlerin de merakla beklediği bir yapım “The Black Phone/Siyah Telefon”. Ne de olsa temiz yüzlü, has romantik Ethan Hawke kötücül bir karakteri, seri katili canlandırıyor. Kamera arkasında ise heyecan daha büyük. Zira filmin dayandığı eser, Stephen King’in oğlu, Joe Hill mahlasıyla yazan Joseph Hillström King’in kaleminden çıkma. 2005’te yayımlanan “20th Century Ghosts” adlı kitabındaki kısa hikâyelerden biri “Siyah Telefon”. Onu senaryolaştırıp filme çeken ise Scott Derrickson. “Doctor Strange”in yönetmeni olan Derrickson, devam filmi “Doctor Strange in the Multiverse of Madness”ı yönetmek için de anlaşmıştı ama fikir ayrılıkları nedeniyle projeden çekildi. “Siyah Telefon”u izledikten sonra Derrickson, “iyi ki ‘Doctor Strange’den vazgeçmiş” dedirtiyor.
Hikâyemiz 1978 yılında ve Denver’da geçiyor. Utangaç Finney ve büyümüş de küçülmüş kız kardeşi Gwen ile tanışıyoruz. Yaşadıkları mahalledeki çocuklar, “Gaspçı” adını taktıkları biri tarafından kaçırılmakta. Finney de Gaspçı’nın kurbanı olur ve bir odaya kapatılır. Odadaki siyah telefon vasıtasıyla diğer kaçırılmış çocuklarla bağlantı kuran Finney, kaçmanın yollarını arar.
‘80’lere ait gibi
“Armut dibine düşer” sözü misali Joe Hill de babası gibi doğaüstü gerilim ve korku temalarını özümsemiş. “Siyah Telefon” bir King uyarlamasını anımsatıyor kesinlikle; özellikle ‘80’lerde yapılmış sinema uyarlamasını… Yine bir King uyarlaması olan “Stand By Me” ve yer yer de “It”in sinemasal ve tematik etkileri ağır basıyor “Siyah Telefon”da. Günümüze göre nostaljik bir korku/gerilim filmi diyebiliriz bu açıdan. O zaman çekilseydi muhtemelen günümüze “Stand By Me” ile birlikte klasik olarak miras kalırdı. Ancak bugün benzer şeyler yapılınca bazı ayrıntılar o kadar kolay görmezden gelinemiyor. Mesela şiddeti çocuk üzerine yüklemek, artık eskisi gibi normal değil, pedagojik açıdan tehlikeli görünüyor. Yine bugün açısından detaylandırılmamış bir kötünün “kötüyüm ben kötüyüm” diyerek ortada dolaştığı hikâyelerin ağırlığından bahsetmek çok zor. Bunları ve senaryodaki bazı açıkları da saymazsak geçmişi bugün yaşatmak açısından aslında iddialı bir yapım diyebiliriz “Siyah Telefon” için.
Kariyerinde bir seri katili canlandırarak iddialı bir adım atsa da taktığı maske hariç Hawke’tan ayırt edici bir performans çıkmıyor maalesef. Karakterinin geçmişi, motivasyonu vs. detaylı olarak anlatılsaydı belki de Joker gibi bir üzerine giydiği bir anti kahraman olabilirdi Hawke için. Filmin tanıtımı çoğunlukla Hawke üzerinden yürüdü ama filmin yıldızı, küçük kardeş Gwen rolündeki Madeleine McGraw.
Sözün özü, ‘80’ler sinemasına ışınlanmak ve günümüzde hasret kaldığımız iyi bir Stephen King uyarlamasını izlemiş gibi hissetmek için “Siyah Telefon” doğru seçim olabilir.
Kadın her yerde hapis
Rusya’nın En İyi Uluslararası Film kategorisindeki Oscar temsilcisi olan ve Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış Bölümü’nden ödüllü “Unclenching the Fists/Yumrukları Gevşetmek”, kadınların aile içindeki hapis hâllerine dair farklı bir coğrafyadan tanıdık bir hikâye anlatıyor. Ada, Kuzey Osetya’daki bir kasabada yaşayan genç bir kadın. Annesini kaybeden Ada, babası ve erkek kardeşi için bir nevi annesinin yerini almış durumda. Korumacı babası her adımını kontrol edip kullandığı parfüme bile karışırken kardeşi ise ondan anne şefkati talep ediyor sürekli. Aile içindeki dinamikler Ada için sevgi-nefret, bağlılık-kaçış, kölelik-özgürlük arasında gidiş gelişlere neden oluyor.
“Yumrukları Gevşetmek” iki koldan ilerleyen bir hikâyeye sahip. Bir yandan ailenin boğucu korumacılığı üzerine odaklanırken bir yandan da Rusya tarihin kanlı bir dönemini zemin olarak kullanıyor. Ayrılıkçı Çeçenlerin 2004’te Rusya’nın Beslan şehrindeki okula bakın yapması ve rehine operasyonu sonucu çoğu çocuk 331 kişinin ölmesi, bu filmin gizli öznesini oluşturuyor. O olayları iyi bilmek, filmin ruh hâlini de anlamayı kolaylaştırıyor ama hiçbir fikri olmayanlar için yabancılaştırıcı bir detaydan ibaret. Ada’nın baba-kardeş-sevgili arasında sıkışmış hayatı ise pek tanıdık. Film, Ada’nın sevdiği ve vicdani olarak kopamadığı ailesinden, özellikle babasından “firar etme” çabasını seyirciye anbean yaşatıyor. Her şeye rağmen erkeklerin hayatlarına kolayca devam edip kısıtlama kısmının hep kadına reva görülmesi ibretlik. Baskılanmaya alışmış bünyede özgürlük nasıl durur, diye soruyor yönetmen ve senarist Kira Kovalenko. O baskıyı tecrübe edenler ise yumruklarını gevşetmenin zorluklarını biliyor zaten.