11.03.2022 - 07:01 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Karşınızda bir Pixar animasyonu varsa iki durumdan pek şüpheniz olmaz genelde. Birincisi, kurmaca filmlerin sınırlarını zorlayan yaratıcı fikirler izleyeceğiniz; ikincisi de illaki gözlerinizin yaşaracağı ve hatta ağlayacağınız…
“Turning Red/Kırmızı”deki kahramanımız, 2002’de Toronto’da yaşayan 13 yaşındaki Meilin. Aşırı korumacı ve yönlendirici annesini memnun etmek için uğraşan ama bir yandan da ergenlik sancıları yaşayan genç bir kız. Aşırı strese girdiğinde ve duyguları tavan yaptığında kırmızı bir pandaya dönüşüyor. Bunun aslında anneden kıza geçen bir güç (kimine göre lanet) olduğunu öğreniyor. Toronto’ya gelecek ünlü bir müzik grubunun konser bileti için panda olmayı paraya dönüştürüyor. Ancak bir noktada ya pandaya dönüşmekten kurtulmak ya da onunla birlikte yaşamak arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.
Proje çocuk değil, birey
Evet, filmin konusu pek de orijinalmiş gibi gelmiyor, değil mi? Öfkelenince yeşil dev Hulk’a dönüşen Bruce Banner’ı hatırlıyoruz hemen. Yine bir Pixar şaheseri olan “Inside Out/Ters Yüz”ü de unutmayalım. 11 yaşında Riley’nin duygularıyla yaşadığı gelgitler, onu çocukluktan ergenliğe taşıyordu. “Kırmızı” ilk başta Pixar’ın o alıştığımız yaratıcılığından uzakta, ortalama bir animasyon olarak başlıyor. Hatta yaşça olgun sinemaseverler, izlediklerinin gerçekten çocuklara yönelik bir animasyon olduğunu zannedebilir. Ancak dakikalar ilerledikçe hakiki Pixar dokunuşları başlıyor. Meilin’i pandaya dönüşmekten kurtaran kilidin, arkadaş grubuna duyduğu sevgi ve onların da Meilin’i olduğu gibi kabul etmesi olduğu ortaya çıkıyor. Hikâye yol aldıkça panda, bakış açısına göre gücü de belayı da sembolize eden bir cevhere dönüşüyor. Yetişkinler bunu kurtulması gereken bir yük olarak görürken, Meilin onlar gibi düşünmüyor. Genç kız, kendisine ailenin ya da annenin biçtiği rolü oynamayı değil, içindeki dürtü ve duygularla birlikte birey olmayı hedefliyor. Ebeveynlere de ergenlere saygı duymak düşüyor elbette. “Uçurtma Avcısı”nda Khaled Hosseini’nin belirttiği gibi “Çocuklar boyama kitabı değildir. Onları sevdiğin renklere boyayamazsın" ne de olsa. Bu noktada filmin Miyazaki bakışı ve estetiğiyle ortaklık yakaladığı da söylenebilir. Billie Eilish ve Finneas O'Connell’ın "Nobody Like U" şarkısı da filmin ruhunu kuvvetlendiriyor.
Filmin 2002’de Toronto’da geçmesi ve kahramanlarının Çin kökenli oluşu tesadüf olmasa gerek. 11 Eylül 2001’den sonra ABD ve Avrupa’da alevlenen yabancı düşmanlığına karşın Toronto; huzur içinde Çin Mahallesi’nde yaşayanlarla, Sih okul görevlisi gibi detaylarla huzur kenti olarak resmediliyor. İlk kez bir uzun metraj yöneten ve animasyonun senaristlerinden olan Domee Shi de Çin kökenli bir Kanadalı. “Inside Out”tan “Toy Story 4”a kadar tam anlamıyla Pixar’ın tedrisatından geçmiş, “Bao” En İyi Kısa Film dalında Pixar’a Oscar kazandıran ilk kadın yönetmen olmuş. Pixar’ın ilk kadın kahramanlı animasyonu “Brave”in fikir anası olan ama görüş ayrılıkları nedeniyle el çektirilen Brenda Chapman’ı saymazsak, Pixar’ın ilk kadın yönetmeni kendisi.
Bir Pixar animasyonundan beklenen fikir dokunuşu kısmı böyle… Göz yaşartan sahne(ler) için ise ipucu yok. Hepimizin ergenlik deneyimi ve annesiyle ilişkisi açısından içinin sızlayacağı sahneler farklı olacak muhtemelen. En iyisi “Kırmızı”nın söylediklerine kulak verip ergenleri kontrol tutsağı yapmamak ve o yarı saf yarı çılgın günlerimizi güzel yâd etmek…
Bir nevi meditasyon seansı
İsminin yazımı ve telaffuzu kadar filmleri de zor olan sinemacılardan Apichatpong Weerasethakul. 2010’da Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan “Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives/Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor” filmi ile Taylandlı sinemacıyı tanımıştık. Her filmiyle bizi dünyevi değil uhrevi, mantıksal değil sezgisel bir dünyaya davet ediyor. Bu dünyanın yeni elementlerinden biri de “Memoria”. Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü “Ahed’s Knee” ile paylaşan film, Kolombiya’nın bu seneki Oscar temsilcisi de oldu.
Kolombiya’da bulunan Jessica ile tanışıyoruz filmde. Kız kardeşine hastanede refakat ediyor. Kendisi ise değişik yerlerde ara sıra duyduğu tuhaf bir sesin peşine düşüyor. Önce onun ne olduğunu tanımlamaya, sonra da bunun nedenini anlamaya çalışıyor. Ancak bu araştırması, onun için manevi bir yolculuğa dönüşüyor.
“Memoria”, seyircisini düşsel ve düşünsel yolculuğa çağıran, tipik bir Weerasethakul filmi. Her şeyi mantığa oturtmaya çabalamak yerine hayatın, doğanın, uzayın akışına bırakmayı ve onunla bütünleşmeyi tavsiye ediyor. Yönetmenin seyirciye önerisi, filmi anlamaya uğraşmak yerine onunla bir nevi meditasyon seansı yapmak. Açıkçası bu kolay bir yöntem değil. Klasik anlatıya alışkın seyirciyi hayli zorlayan bir deneyime dönüşebiliyor film. Tilda Swinton’ın varlığı ise merak duygusunu ayakta tutarken filmin başka evrenden seslenen bir deneyime dönüşmesine katkı sağlıyor.