Kültür SanatÖlümünün 30. yılında JEAN PAUL SARTRE

Ölümünün 30. yılında JEAN PAUL SARTRE

16.04.2010 - 22:52 | Son Güncellenme:

15 Nisan, Varoluşçuluk akımının babası felesefeci ve yazar Jean Paul Sartre’ın 30. ölüm yıldönümüydü. Politik tavrını ortaya koyarken bağımsızlığı korumayı başarmış bir aydındı Sartre. Yazdıklarıyla çağına tanıklık ettiği gibi, aydın olmanın iki önemli koşuluna dikkat çekti: vicdan ve sorumluluk.

Ölümünün 30. yılında  JEAN PAUL SARTRE

İnsan özgürlüğe mahkumdur”... “İntihar bir kaçış değil, reddediştir”... Jean Paul Sartre’ın modern bireyin çelişik ‘kader’ini anlatan bu sözlerini duymamış olan azdır. Sartre’ın öncüsü olduğu Varoluşçuluğun temeli, bu özgürlük ve reddetme anlayışına dayanır. Kişinin özgür olduğunu anlatmak için yazmış ve yaşamış olan Sartre, 30 yıl önce bir 15 Nisan günü öldü. Ardında kendimizi ve ‘kader’imizi düşünmemiz gerektiğini hatırlatan birçok eser bırakarak...
Türkçede pek çok oyunu, felsefi metni ve romanı yayımlanan Sartre’ın kitaplarına geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları arasından Zeynep Direk ve Gaye Çankaya’nın hazırladığı, “Jean Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak” da eklendi. Sartre’ın son dönem metinlerini inceleyen yazılardan oluşan bu kitap, 20. YY.’ın büyük yazarının insanın tarihin faili olduğunu vurgulaması açısından önemli. Savaşlarla, sömürgecilikle, soykırımlarla yazılmış insanlık tarihinin tüm sorumluluğunu yüklenmemiz gerektiğini bir daha anımsattı bize Sartre. Sorumluluğumuzu kabul edip, kendi tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini söyledi bütün yapıtlarında. Bugün Sartre ve felsefesi üzerine tekrar düşünmek belki de bu nedenle bir zorunluluk. Bu vesilelerle felsefesi ve edebi yapıtlarıyla kuşakları etkileyen bu yazarı kapağımıza taşıyalım istedik.

BABASINI TANIMADI
Jean Paul Sartre, 20. YY’da yaşamış ve yazmış pek çok felsefeci gibi, moderniteye ve onun yarattığı burjuva değerlerine karşı felsefi bir tavır ortaya koyar. Bu tavrın ardındaki en önemli etkenlerden biri, belki de ailesinde gördüğü katı, soğuk burjuva yaşantısıdır.
Sartre’ın annesi Anne-Marie Schweitzer, Alsace kökenli bir ailenin en küçük kızıdır. Neşesiz, kuralcı ve sevgisiz bir evde, mutsuzluk içinde büyür.
Babası Jean-Baptiste Sartre ise deniz subayıdır. Denizlerde yaşamayı seçmesi boşuna değildir. O da, en az Anne-Marie Schweitzer’ınki kadar sevgisiz bir aileden kaçmıştır. İki genç, 1904’te Fransa’nın bir liman kenti olan Cherbourg’ta tanışıp evlenir. Hemen bir yıl sonra da oğulları Jean Paul doğar. Ancak Jean Paul Sartre babasını hiç tanımadan büyüyecektir; çünkü Jean-Baptiste Sartre, oğlu henüz 15 aylıkken hummadan ölür.
Sartre babasının ölümünü, sonraları bir şans olarak değerlendirecektir; çünkü baba iktidarını hiçbir zaman deneyimlemek zorunda kalmaz. “Babamı hiçbir zaman unutmaya çalışmama gerek kalmadı, çünkü onu hiç hatırlamadım” diyecektir hatta.
Kocası ölünce Anne-Marie Sartre, Meudon’daki baba evine döner. Bu evdeki hayat Anne-Marie için pek de kolay değildir. Sartre’ın deyişle Schweitzerler Anne-Marie’nin ‘alıkça davranıp işe yaramaz bir koca aldığını’ düşünür; aptallık edip bir ayağı çukurda, hastalıklı bir adamla evlenmiştir. Kendilerini evde daha çok bir sığıntı, bir yabancı gibi hissederler; annesi de, Sartre da birer küçük çocuktur bu evde.

KÖTÜ İMLALI SARTRE
Sartre, 12 yaşına kadar bu evde dedesinin gözetiminde ve eğitiminde büyüyücektir. Dedesinin kütüphanesi onun için bir tapınaktır; kitapların büyüsüne bu kütüphanede kapılır. Arkadaşları yaşıtları değil, kitaplardır.
Okul sıraları ve kendi yaşındakilerle ilk defa 10 yaşında karşılaşır Sartre. Büyükbabası onu Meudon’daki Montaigne Lisesi’ne yazdırmaya karar verir. Okuma-yazmayı, matematiği, edebiyatı çoktan öğrenmiş bu ‘harika çocuk’tan müdüre övgüyle söz eder. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. İlk imla dersinden sonra müdür, büyükbabayı okula çağırır. Sartre’ın imlası hiç de onun anlattığı gibi değildir çünkü. Kelimelerin çoğunu yanlış yazmıştır. Ve daha alt bir sınıfa gitmesi gerektiği söylenir. Büyükbaba ikna olmaz, kötü imla Sartre’ı yeniden eve döndürür. Evde, Parisli bir ilkokul öğretmeniyle sürecektir öğrenimi.
Sartre 12 yaşında geldiğinde, annesi Joseph Mancy adında bir mühendisle evlenir ve anne-oğul, La Rochelle’e taşınırlar. Schweitzer’lerin evi de, La Rochelle’deki ev de Sartre’ın kendini içinde yabancı hissettiği; kendini kabul ettirmek için rol yaptığı yerler olur. Her şey gösteri içindir.
İleriki yıllarda bu kendini yabancı, dışarda hissetme durumu Sartre’ın felsefesini de etkileyecektir. Başkalarına, kendimizi onların varlığı yoluyla tanımladığımıza değinecektir.
“Sözcükler” adlı otobiyograifisinde şöyle anlatır bu durumu: “Tek bir görev var yalnızca: Hoşa gitmek. Her şey gösteri içindi. Ailemizde ne kadar bol gönül yüceliği vardı. Büyükbabam bana bakıyordu. Ve ben onun mutlu olmasını sağlıyordum.”

YABANCILIK DUYGUSU
Bu yabancılık duygusu, bir taraftan da mülkiyet ve sahip olma duygusunu köreltir Sartre’ın. Hiçbir yere ait olmayan bir yuvasız, bir göçebedir o: “Hiçbir zaman mülkiyet duygum olmadı. Hiçbir zaman herhangi bir şey gerçekten benim olmadı. Önceleri büyükanne ve büyükbabamla yaşadım, annemin yeniden evlenmesinden sonra da kendimi üvey babamın yanında hiçbir zaman evimde gibi hissetmedim. Çevremdekiler gereksindiklerimi veriyorlardı bana o kadar.”
Sartre, La Rochelle’de büyükbabasının gözetiminde yaşadığı korunaklı hayattan, Le Havre Lisesi’nde zalim bir hayata geçer. Bu okula, bu kaba öğrenciler arasında durmaya dayanamaz. 16 yaşına geldiğinde ise Henri IV Lisesi’ne gider ve burada hayatı boyunca arkadaş kalacağı yazar Paul Nizan’la karşılaşır. Paul Nizan, belki de ayrılmaz parçası Simone de Beauvoir kadar etkilidir onun hayatında. O kadar iyi arkadaşlardır ki, okulda isimleri hep birlikte anılır.
Sartre 1922’de Fransa’nın en prestijli liselerinden olan Louis Le Grand Lisesi’ne geçer ve oradan mezun olur. Bu yıllarda çeşitli felsefi metinleri de okumaya başlar. Özellikle Henri Bergson’ın “Bilincin Dolayımsız Verileri Üzerine Denemeler” adlı yapıtı onu çok etkiler.
Louis Le Grand Lisesi’nden sonra da Michel Foucault, Jacques Derrida, Louis Althusser gibi felsefecilerin mezunları arasında olduğu, dünyanın en önde gelen üniversitelerinden Ecole Normale Superieure’de felsefe okumaya başlar. En iyi arkadaşı Paul Nizan da onunla birliktedir. Burada arkadaşlarına Nizan’ın yanı sıra, sonraları zaman zaman politik görüşleri konusunda ayrılıklara düşeceği sosyolog ve felsefeci Raymond Aron da eklenir.

YALNIZ ADAM
Uzun yıllardır Fransa’da devam eden öğrenci hareketlerine de katılır Sartre. Öğrenciler özellikle eğitim kurumunun karşısındadır ve üniversitenin müdürü olan Gustave Lanson ile sıkça karşı karşıya karşı gelirler. Ancak Sartre öğrencilik yıllarında doğrudan bir politik hareketin içinde yer almayacaktır. Arkadaşı Nizan’ın Fransız Komünist Partisi’ne katılmasını da bu yıllarda ‘tamamen grotesk bir hareket’ olarak değerlendirir. O, kendi deyişiyle ‘yalnız adam’dır bu yıllarda.
1928’e gelindiğinde Sartre mezuniyet için sınava girer. Ancak, her zaman okulun en çalışkan ve en zeki kişisi olmaya çalışan Sartre, sınavda sınıfın sonuncusu olur. Ancak bu başarısızlık ona bir hayat arkadaşı hediye edecektir. Bir sonraki sınavı beklerken Simone de Beauvoir’la karşılaşır ve sınava birlikte hazırlanırlar. Sartre sınavı birincilikle, Simone de Beauvoir ise ikincilikle geçer.
Beauvoir gerçekten de Sartre’ın hayat arkadaşıdır. Ömrünün sonuna dek ayrılmayacağı bir hayat arkadaşı... İkisi de bir burjuva kurumu olan evliliğe inanmaz ve hayatlarını birer burjuva gibi yaşamamaya ant içer. Pek çok kişinin de bildiği gibi, ikisi de tek eşli değildir.

VAROLMANIN BULANTISI
1929’da yılında Ecole Normale Superieure’den mezun olan Sartre, Fransa ordusunda askerliğe başlar. 18 aylık askerlik görevinden sonra, bir zamanlar kötü öğrencilik yılları geçirdiği Le Havre Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya başlar. Bu sırada, Beauvoir da Marseilles’da öğretmendir. İkisi, sık sık Paris’te buluşur. Buluştukları bir gün, Sartre’ın üniversiteden arkadaşı Raymond Aron da onlara eşlik eder. Üçü bira içmekteyken, Aron onlara bira kulbunun özellikleri üzerinden fenomolojiyi anlatır. Sartre çok etkilenir ve hemen fenomenoloji hakkında okumalara başlar.
1933 geldiğinde ise, fenomolojinin kurucularından sayılan Edmund Husserl’in derslerini dinlemek için Berlin’dedir. İki yıl sonra ise varoluşçuluk felsefesinin temelini atacağı “Ego’nun Aşkınlığı”nı kaleme alacaktır. Varoluşçuluk; insanın özgürlüğünü temel alan, kişinin her durumda özgür olduğunu söyleyen bir felsefedir. Çünkü insanın durağan bir özü, ona atfedilmiş özellikleri yoktur. O, kendi eylemlerini kendisi belirler ve onların sorumluluğunu almak zorundadır.
1938 yılında çıkacak “Bulantı” adlı romanı da fenomenolojiye dayanan bir varoluşçuluğun etkilerini taşır, hatta Aron’un bira kulbu nitelemesi bile kitaba girer. Sartre bir özgürlük felsefesi olarak nitelendirdiği varoluşçuluğu, bu roman ve kahramanı Antoine Roquentin aracılığıyla dillendirir. Kitaba adını veren “Bulantı”, aslında var olmanın, Roquentin’in çevresindeki nesnelerin onun varlığıyla bir anlam kazanmasının bulantısıdır.

NAZİLERİN ELİNDE ESİR
Sartre 1939’a kadar ‘yalnız adam’lığa devam eder. Yazdıklarında daha çok bireysel eylemlerde bulunmak ön plandadır. Bu nedenledir ki, üniversitede herhangi bir politik eylem içinde olmaz. Ta ki II. Dünya Savaşı gelene kadar...
“Savaştan önce kendimi basitçe bir birey olarak düşünürdüm, bireysel varoluşumla içinde yaşadığım toplum arasında hiçbir bağ görmüyordum. Ecole Normale’den mezun olduğumda, bu konuda bütün bir kuram bile geliştirmiştim: Ben ‘yalnız adam’dım, yani düşüncesinin bağımsızlığı yoluyla topluma karşı çıkan, ama topluma hiçbir borcu olmayan ve özgür olduğu için toplumun da ona hiçbir şey yapamayacağı birey.”
II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Sartre’ın hayatı, yazdıkları yeni bir yön alır. Savaş deneyimini doğrudan yaşar çünkü. 1939’da savaşın patlak vermesiyle Fransa ordusuna meteorolog olarak alınır. 1940 yılında Fransa işgal edildiğinde Nazi askerlerinin elindeki esirlerden biridir. Esir düştüğü sırada, sonraki yıllarda yazacağı kitaplara yön verecek olan Heidegger’in “Varlık ve Zamanı”nı okur. Sartre’ın esareti dokuz ay sonra sona erer, 1941 yılında özgürlüğüne kavuşmuştur.
Esaretten sonraki yıllarda Paris yakınlarındaki Pasteur Lisesi ve Condorcet Lisesi’nde öğretmenliğe devam eder. Savaştan sonraki yıllarda yaptığı işlerden biri politik bir grup kurmak olur: ‘Sosyalizm ya da Barbarlık’ adlı bu grubun içinde Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty ve Ecole Normale Superieure’den öğrenciler de bulunurlar.
Sartre, bu gruba katılması için Andre Gide ve Andre Malraux’ya da teklif götürür; ancak ikisi de çekimser kalırlar. Sosyalizm ya da Barbarlık grubu çok geçmeden dağılır ve Sartre kendini yazmaya verir.

MUTLAK ÖZGÜRLÜK
“Varlık ve Hiçlik” adlı felsefi kitabı, “Sinekler” ve “Cehennem başkalarıdır” sözüyle ünlenmiş olan “Çıkış Yok” adlı oyunları bu dönemin ürünleridir.
Zeynep Direk ve Gaye Çankaya, “Jean Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak” adlı Metis Yayınları’ndan çıkan yeni kitapta “Ego’nun Aşkınlığı” ve Sartre’ın en çok tanınan felsefi yapıtlarından biri olan 1943 tarihli “Varlık ve Hiçlik”i onun ilk dönem yapıtları olarak değerlendiriyorlar. Sartre’ın bu ilk dönem felsefi yapıtlarında daha çok ‘bireysel ve mutlak özgürlük düşüncesi’ merkezdedir.
1944’te savaşın bitmesiyle, Sartre, savaşın en mağdur insanları ve onlara duyulan nefret üzerine bir kitap yazar: “Yahudi Sorunu”. Aynı yıl, Varoluşçuluğun edebiyattaki diğer bir temsilcisi olan Albert Camus ile tanışırlar. Sartre, Camus’nün çıkardığı bir gazete olan Combat’ta düzenli olarak makaleler yazar. Ancak onları birbirine asıl yakınlaştıran, Sartre’ın Camus’nün “Yabancı” romanı üzerine kaleme aldığı “Yabancı’nın Açıklaması” adlı yazı olur. Sartre’a göre “Yabancı” absürdü anlatan bir başyapıttır.
Bu dostluk, Sartre’ın Camus’nün “Başkaldıran İnsan” kitabı hakkındaki olumsuz eleştirileri ve Camus’nün komünizm yerine ‘devrimci sendikalizm’i önermesiyle bozulur. Ayrıca Sartre bazı aydınlar tarafından savaş boyunca Alman işgali altında herhangi bir politik direniş göstermemekle de eleştirilir. Bunların arasında Camus de vardır. Camus, Sartre’ın ‘direnişçi bir yazar değil, direnen bir yazar’ olduğunu söyler.

POLİTİK BİR AYDIN
Sartre, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde adını Charlie Chaplin’in ünlü filmi “Modern Zamanlar”dan esinlenerek koyduğu Les Temps Modernes adlı bir dergi kurar. Bu, aylık çıkan bir politika ve edebiyat dergisidir. Yönetim kurulunda Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre vardır. II. Dünya Savaşı’nın ardından, Naziler’in işgali çevresinde gelişen bir üçleme yazar Sartre. “Akıl Çağı”, “Yaşanmayan Zaman” ve “Yıkılış” romanlarından oluşan “Özgürlüğün Yolları” üçlemesi...
“Özgürlüğün Yolları”ndan sonra kaleme aldığı “Kirli Eller” adlı oyunu ise Sartre’ın hayatına yön veren aydın duruşunun odakta olduğu bir metindir. Bu oyunda, aydının politik etkinliğini sorgular Sartre. Özellikle 1945’ten sonra politik olarak etkin bir aydındır, felsefesiyle ortaya koyduğu tavrı politik olarak da göstermeye çalışır.
“Hepimiz Katiliz: Sömürgecilik Bir Sistemdir” gibi bir kitabın yazarının, özgürlük savaşı sırasında Cezayir’i destekleyenlerin başında gelmesi tutarlı bir davranıştır elbette. Cezayir Savaşı’nı özgürlük için yasal bir mücadele olarak onaylayan ve 121 entelektüel tarafından imzalanan “121 Bildirgesi”nde yer alması da bundandır.
Sartre, edebiyatı da politik bir etkinliğin temel taşıyıcısı olarak görür. Bunun için de “Edebiyat Nedir?” adlı yapıtında güdümlü edebiyatın ne olduğunu anlatır. Politik, toplumsal sonucu olan bir edebiyatın peşindedir. Ona göre edebiyatla etik arasında çok güçlü bir ilişki vardır. Çünkü edebiyat metni okuyucunun ve yazarın özgürlüğüne dayanır:
“Edebiyat ile ahlak apayrı şeyler olmalarına rağmen, estetik buyruğun arkasında ahlaksal buyruğun olduğunu fark ederiz. Çünkü yazar, yazma zahmetine katlanışıyla okuyucuların özgürlüğünü, okuyucu da daha kitabı açtığı an yazarın özgürlüğünü kabullendiğine göre, sanat yapıtı hangi yönden bakılırsa bakılsın, insanların özgürlüğüne güvenme edimidir.”
Yazarın bağlılığı da işte bu özgürlüğedir. Çünkü Sartre’ın felsefesine göre ancak özgür insan öteki insanın sorumluluğunu alabilir.

KÜBA’YA YOLCULUKSartre’ın ‘öteki insan’ı, başkalarını odağa alan etik tavrı hayatının sonuna kadar temel prensibi olacaktır. Vietnam Savaşı’ndan sonra 1967 yılında kurulan ve Amerikan savaş suçlarını yargılayan Russel Mahkemesi’nde de İngiliz filozof Bertrand Russell’la birliktedir.
1960’lar, Sartre’ın felsefesinin bir dönemece girdiği yıllardır. 1960’ta yayımlanan “Diyalektik Aklın Eleştirisi” adlı kitabında, Varoluşçulukla Marksizm arasında bir köprü kurmaya çalışır. Zeynep Direk ve Gaye Çankaya, Sartre’ın bu ikinci dönem düşüncesinde “bireysel sorumluluk ve toplumsal sorumluluk arasındaki bağa işaret ettiğini” söylerler.
Aynı yıllarda Sartre, Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara ile tanışmak için Küba’ya bir yolculuk yapar. Che öldüğünde de onu ‘bu çağın en mükemmel adamı’ sözleriyle selamlar.
Sartre bu arada hiç durmadan yazmaktadır. 1950’li yıllarda kaleme aldığı “Şeytan ve Yüce Tanrı”, “Altona Mahpusları”, “Nekrassov”, “Troyalı Kadınlar” gibi edebi; “Diyalektik Aklın Eleştirisi” gibi felsefi metinlere 1964 yılında kaleme aldığı “Sözcükler” adlı biyografisi eklenir.
“Sözcükler”de çocukluğuna dair bütün yaşantısını ve düşüncelerini dillendirir. Bu açıdan kitap sıradan bir biyografi değildir. Sartre’ın çocukluğunun bütün girdilerini, çıktılarını gelgitlerini edebi bir dille yansıtır.

NOBEL’İ REDDETTİ
1964 yılı hem onun hem de tarih açısından bir dönüm noktasıdır aynı zamanda. Jean Paul Sartre Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür, ancak ödülü reddeder. Boris Pasternak’tan sonra Nobel’i reddeden ikinci kişi olarak tarihe geçer bu şekilde. Gerekçesini ise şöyle açıklar: “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Bir Nobel ödülü buna bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel ödülü, tanınma peşinde olan amatörler için güzeldir. Ben yaşlıyım ve yeterince keyif yaşadım. Yaptığım her şeyi severek yaptım. En büyük ödül zaten buydu. Başka da bir ödül istemiyorum. Çünkü almış olduğum ödülden daha güzel bir şey olamaz.”
Neredeyse hayatının sonuna kadar politikanın içinde olur Sartre; aydının politik tavrı ve sorumluluğu her zaman düşünsel gündemindedir. Bu sorumluluğu üstlenmek için de dünyayı etkileyen her olay karşısında bir görüş belirtir.
1972 Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrailli sporcunun Filistinli bir örgüt tarafından kaçırılıp öldürülmesini “Terörizm korkunç bir silah, ancak baskı altındaki fakirlerin ellerinde başka bir şey yok” sözleriyle savunur.

BEAUVOIR İLE YAN YANA
Sartre’ın bütün politik eylemleri ve yazdıkları etik bir hakikatin arayışlarının ürünleridir. Hayatının sonuna kadar yazar ve doğru bildiklerini savunur, yanlışlara karşı çıkar. Çocukken iki tutkusu olduğunu söyler: Bir yapıt ortaya çıkarmak ve meşhur olmak. 15 Nisan 1980 günü akciğer ödeminden öldüğünde bunları fazlasıyla gerçekleştirmiştir. Dünyanın en tanınmış filozoflarından biridir ve cenazesine 50 bin kişi katılır. Külleri Montparnasse Mezarlığı’na gömülür.
Son nefesine kadar yanında olan Simone de Beauvoir ise Sartre’ın altıncı ölüm yıldönümünden tam bir gün önce, 14 Nisan 1986’da ayrılır dünyadan. Külleri yan yana toprağa karışır.
Bugün tarihin sorumluluğunu belki de her zamankinden fazla hissetmemiz gereken bir çağdayız. Pek çok açıdan ‘aklın çağı’ bu, ama aynı zamanda merhametin, vicdanın, insanca yaşamanın çağı olması için Sartre’ın rehberliğine ihtiyacımız var. Sartre’ın otuz yıl önceden gelen sesine kulak verelim: “Tekil özneler tarihin doğrudan failleridir”.


SARTRE’IN KİTAPLARINDAN BİR SEÇKİ
- “Varoluşçuluk”/ Çev: Asım Bezirci/ Say Yayınları
- “Altona Mahpusları”/ Çev: Işık M. Noyan/ İthaki Yayınları
- “Edebiyat Nedir?”/ Çev: Bertan Onaran/ Payel Yayınları
- “Sözcükler”/ Çev: Bertan Onaran/ Payel Yayınları
- “Yazınsal Denemeler”/ Çev: Bertan Onaran/ Payel Yayınları
- “Bulantı”/ Çev: Selahattin Hilav/ Can Yayınları
- “İmgelem”/ Çev: Alp Tümertekin/ İthaki Yayınları
- “Baudelaire”/ Çev: Alp Tümertekin/ İthaki Yayınları
- “Ego’nun Aşkınlığı” / Çev: Serdar Rifat Kırkoğlu/ Alkım Yayınları
- “İş İşten Geçti”/ Çev: Zübeyir Bensen/ Varlık Yayınları
- “Varlık ve Hiçlik” /
Çev: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen/ İthaki Yayınları
- “Duvar”/ Çev: Eray Canberk/ Can Yayınları
- “Çark”/ Çev: Ela Güntekin / Telos Yayıncılık
- “Akıl Çağı (Özgürlük Yolları 1)”/ Çev: Gülseren Devrim/
Can Yayınları
- “Yaşanmayan Zaman (Özgürlük Yolları 2)” / Çev: Gülseren Devrim/ Can Yayınları
- “Yıkılış (Özgürlük Yolları 3)”/Çev: Gülseren Devrim,
Can Yayınları
- “Toplu Oyunlar” (Gizli Oturum, Mezarsız Ölüler, Sinekler, Kirli Eller, Şeytan ve Yüce Tanrı, Saygılı Yosma)/ Çev: Işık M. Noyan/ İthaki Yayınları
- “Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir)”/
Çev: Süheyla Kaya/ Belge Yayınları
- “Tuhaf Savaşın Güncesi”/ Çev: Z. Zühre İlkgelen/ İthaki Yayınları
- “Yöntem Araştırmaları”/ Çev: Serdar Rifat Kırkoğlu/ Kabalcı Yayınevi
- “Aydınlar Üzerine” /Çev: Aysel Bora/ Can Yayınları
- “Yahudi Sorunu” / Çev: Serap Yeşiltuna/ İleri Yayınları
- “Estetik Üstüne Denemeler”/ Çev: Mehmet Yılmaz/ Doruk Yayınları