30.01.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Her yılın övgülere ve ödüllere boğulan “özel” bir filmi oluyor genellikle. 2021’in o özel filmi “Drive My Car”dı hiç kuşkusuz. Cannes’da En İyi Senaryo ile FIPRESCI Ödülü kazanmakla ve Japonya’nın Oscar adayı olmakla kalmadı, meslek ve eleştirmen birliklerinin çoğunun sene sonunda açıkladığı listelerde En İyi Film de o çıktı.
“Drive My Car”, Haruki Murakami’nin 2014’te yayımlanan, Türkçeye de çevrilen “Kadınsız Erkekler” kitabındaki aynı adlı öyküden uyarlandı. 35 sayfalık öyküden 3 saatlik bir film çıkarmak, bunu seyirciyi boğmadan katman katman anlatmak ise Japon sinemacı Ryûsuke Hamaguchi’nin hünerinin sonucu.
Film bizi, birbirini tamamladıklarını hissettiğimiz orta yaşta bir çiftle tanıştırıyor. Kafuku, başarılı bir tiyatro yönetmeni. Vanya’yı canlandırdığı sağlam bir oyunculuk kariyeri de var. Eşi Oto televizyonda çalışıyor ve yazdığı senaryolarla epeyce hayran kitlesine sahip. Kafuku, eşinin kendisini aldattığını öğrenmesinin şokunu atlatamadan onu kaybediyor. Tam o dönemde bir festival Çehov’un “Vanya Dayı”sını sahneye koyup yönetmesi için onu Hiroşima’ya davet ediyor. Kafuku bu daveti kabul ediyor ve kırmızı renkteki eski model arabasıyla yola çıkıyor. Hiroşima’da Misaki adında 23 yaşında genç bir kız ise şoförü olarak kendisine eşlik etmeye başlıyor.
Yaşamın ritmi gibi
Ryûsuke Hamaguchi, ortalama bir insan ömrünün gelişimi şeklinde inşa etmiş filmin yapısını. Doğum, gençlik ve olgunluk dönemi şeklinde üç bölüme ayırmak mümkün anlatıyı… Kafuku’nun eşiyle birlikte güvenlikli hayatı, filmin ilk bölümünü yani bir erkek çocuğunun anne karnındaki kapalı yaşantısını simgeliyor. Jeneriğin filmin 40. dakikasında başlaması tesadüf değil. Kafuku’nun güvenli alandan ayrılıp tek başına Hiroşima’ya gitmesi ile birlikte ergenliğe tekabül eden inkâr ve savunma dönemi başlıyor. Filmin 90-100. dakikasından yani ortasından sonra ise insan hayatının olgunluk dönemine karşılık gelen yüzleşme ve kabullenme kısmını izliyoruz. Bu sürecin, Kafuku’nun önce sıcak bakmadığı, yüzü hiç gülmeyen şoför Misaki ile bir yemek daveti sonrasında konuşmasıyla başlaması dikkat çekici. İki farklı sınıftan insana hayatın vurduğu darbeler eşit olmasa da çok sarsıcı. Yas sürecine ve hayatın açmazlarına karşı yol tarifini de veriyor film: Başkalarıyla iletişim kanallarını açık tutmak, kendimizle yüzleşmek ve bunun getirdiği acıları hayatın doğal akışı olarak kabul edip yola devam etmek.
Romanda sarı olan araba renginin filmde kırmızıya dönüştürülmesi bu açıdan önemli. Canlılığın, canlı kalmanın, her şeye rağmen yaşamaya ve içindeki cevheri korumanın rengi için kırmızı, sinemada nokta vuruşu bir seçim. Filmin kırmızı renge tezat duran sakin dili ise sadece kahramanları için değil, seyirci için de terapi görevi üstleniyor. Filmde onca trajediye karşın kavga, tartışma görmüyoruz. Film, kahramanlarını iyi-kötü diye ayırmıyor ve yargılamıyor.
Canım Vanya Dayı
“Drive My Car” tiyatro-sinema ilişkisinde sık sık örneğine rastlayamayacağımız olgunlukta bir yapım. Film içindeki tiyatro anlatısı, üç saatlik yolculukta seyirciye kılavuzluk yapıyor. Bu sefer duvarda asılı bir silah yok ve polisin haberini saymazsak patlama da yok. Kavga, gürültü, şiddet yok. Onun yerine bol bol “Vanya Dayı” tiradı eşlik ediyor diyaloglara. Kafuku’nun, Çehov’un eserinin insanı kendisiyle yüzleştirmeye zorlaması nedeniyle Vanya Dayı’yı oynamaktan çekinmesi boşuna değil. Ama hayatın getirdiklerinden kaçmak da çözüm değil. Çehov’un yazdıkları, Murakami ve Hamaguchi’nin kahramanlarının yaşamıyla örtüşürken onlara yaşam rehberliği de yapıyor. İki senedir salgınla boğuşup gelecek endişesi yaşadığımız süreçte film çok anlamlı bir yerde final yapıyor. Bize de hep bir ağızdan; “Yaşamak zorundayız, yaşayacağız Vanya Dayı” demek düşüyor.
Doğu’nun sineması Batı’nın baştacı
Çok değil, 2020’de Güney Kore yapımı “Parasite/Parazit”, Akademi tarihinde bir ilke imza atmış, hem En İyi Film hem de En İyi Uluslararası Film dalında Oscar kazanmıştı. “Drive My Car”ın bu sene aynı başarıyı yakalayıp yakalamayacağı merak konusu. Şimdiye kadar aldığı ödüller, bu ihtimalin pek de düşük olmadığını gösteriyor. Peki, dizilerinden sinemasına Doğu’nun hikâyeleri nasıl oluyor da Batı seyircisini bu denli etkileyebiliyor? Üstelik bunu yöresel ve eksantrik savaş, dans vs. ihtişamlı sahneler olmadan başarabiliyor? Özellikle Hollywood’un artık özgün hikâye yaratmada kısırlaştığı malumumuz. Yeniden çevrimler, süper kahraman filmleri garantili alan olarak görülüyor. Gişe rekortmeni “Spider-Man: No Way Home” bile eski Örümcek Adamları hikâyeye dahil etmekte buluyor çözümü, yani nostaljide.
“Parazit” ve “Drive My Car”a baktığımızda tüm insanlığa hitap eden ortak konuları ne kadar sade anlattıklarına şahit oluyoruz. Güney Kore yapımı “Parazit”, sınıf ayrımını en basit noktadan tarif ediyor örneğin, kokudan… Her sınıfın bir alt sınıfı olduğunu ve birbiri üzerine basarak hayatta kalmaya çalışmanın sistem için ne kadar makbul olduğunu vurguluyor. “Drive My Car” ise bir Hollywood senaryosunda seyirciyi hıçkırıklara boğacak yas sürecini ajite etmeden, kötülüğü silah olarak kullanmadan anlatıyor. Doğu’ya özgü sakinlik düsturunu bir insanlık öğretisi şekline getiriyor. Tüm ihtiyacımız olan da bu galiba.