31.01.2025 - 07:02 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL
MÜJDE IŞIL- Homeros’un “Odisseia” destanı, Odysseus’un Truva Savaşı’ndan sonra vatanı İhtaka’ya dönüşünü anlatır. 10 yıl süren dönüş yolculuğunda Odysseus, türlü güçlüklerle karşılaşır ve krallığına dönmesi gecikir. Destanın uyarlaması “The Return/Dönüş”, adından anlaşılacağı üzere Odysseus’un yolculuğuyla değil, yıllar sonra topraklarına dönmesiyle başlıyor. Destanda kurnaz ve kibirli bir karakter olarak çizilen Odysseus’u, ki kendisi Truva atı hilesinin yaratıcısı, filmde yıkılmış bir hâlde görüyoruz. Tüm askerlerini savaşta yitirmenin vicdan azabıyla kıvranıyor.
Kraliçenin isyanı
Yönetmen koltuğunda Luchino Visconti’nin yeğeni ve “The Full Monty/Anadan Doğma”nın yapımcısı Uberto Pasolini oturuyor. Pasolini, destanı uyarlarken mitolojik öğeler yerine savaşın yarattığı tahribata ve Kraliçe Penelope nezdinde kadınların savaşa isyanına odaklanıyor; tam da günümüzde yaşananları eleştirircesine… Erkeklerin gitmek için yanıp tutuştuğu, ister Truva ister başka savaşların hiçbir yere barış getirmediğinin ve getirmeyeceğinin altı çiziliyor. Odysseus’un kendini kaybedişi, sadık köpeğinin bile onu tanımaması, sözde barış içindeki İthaka’da erkeklerin kraliçe ile evlenmek için verdiği savaş, Penelope’nin zararsız yalanlarla herkesi oyalayıp kocasının dönüşünü beklemesi hayli etkileyici. Destandaki canavarların yerini filmde Penelope’nin etrafındaki sırtlan sürüsü koca adayları alıyor. Akıllı ve sadık Penelope’nin tek başına bunca badireyi atlattıktan sonra klasik eş konumuna geri dönmesi, filmin başlıca handikabı. Joel Coen’in “The Tragedy of Macbeth”in de yaptığı gibi kapalı mekânda estetik dokunuşlara girmiyor Pasolini. Hatta ‘50’li, 60’lı yıllarda çekilmiş duygusu yaratıyor. Çoğunlukla yakın yüz planlarıyla karakterlerinin ruhsal sıkışmışlığını göstermeyi tercih ediyor. Bu da teatrallik dozu katıyor filme. Ralph Fiennes’ın karakter kataloğunda canlandıramayacağı kimse yok. Filmografisinde birbirinden farklı karakterleri hem dinginlikle hem de isyanla o kadar güzel kıvamlıyor ki. Juliette Binoche her zamanki zarafeti ve rolünü içselleştirmesiyle yine hayranlığımızı kazanıyor.
Oscar cepte
10 dalda Oscar adayı olan “The Brutalist”, holokosttan kurtulan başarılı bir Macar mimarın kendini Amerikan rüyası yerine kâbusta bulmasını anlatıyor. Zengin bir iş insanının himayesinde bir yaşam merkezi inşa ederken kapitalizmin ve entelektüelliğe karşı beslenen hasedin sonuçlarını izliyoruz 3.5 saatlik filmde. Filmi yazıp yöneten, oyunculuk kökenli Brady Corbet, kahramanını Nazilerin soykırımında ölmekle Amerikan kâbusunda boğulmak arasında bırakıyor. Kadrajları ve mekânlarıyla mimari etkiyi görsel açıdan çok iyi veren film, tamamen kurmaca bir karakteri sanki gerçekten yaşamışçasına seyirciyi inandırmayı da başarıyor. Adrien Brody, “The Pianist”ten sonra yine bir soykırım mağduru rolünü başarıyla canlandırıp ikinci Oscar’ına çok yakın duruyor. Guy Pearce yardımcı rolde harikalar yaratıyor. Ancak holokostla ilişkili film yapıp da İsrail’in yıllardır Filistin’de uyguladığı soykırımı görmemek, yokmuş gibi davranmak, sadece Yahudilerin acısını görünür kılmaya devam etmek “The Brutalist”i ve benzer yapımları ne kadar ödül alırsa alsın ‘eksik’ kılıyor.