27.10.2020 - 14:09 | Son Güncellenme:
İhsan Dindar - milliyet.com.tr / ihsan.dindar@milliyet.com.tr
Sorularımı Covidoscope ile başlamak istiyorum. Yunus Emre Enstitüsü olarak yürüttüğünüz bu önemli projenin hikâyesini ve içeriğini öğrenebilir miyiz? İçinde neler var?
Mart ayından itibaren salgın Türkiye'ye de geldi. Sonrasında sokağa çıkma kısıtlamaları başlamıştı. Hepimiz bir şok yaşadık. Bu gibi durumlarda insanın sergilediği tavırlar onun kültürel arka planına dayanıyor. Yani siz bu yaşınıza kadar hangi kültür ögelerinden beslendiyseniz kriz ya da herhangi bir şok anında da onu yansıtıyorsunuz. Dolayısıyla biz de Yunus Emre Enstitüsü çalışanları olarak böyle bir krizle karşılaştığımızda sanat diliyle buna nasıl cevap verilir diye daha ilk günlerden düşünmeye başladık. Fikir, genç çalışma arkadaşımız Fatmanur Samast'tan geldi. Ben de çok etkilendim ve sonuna kadar destekledim. İyi ki de desteklemişiz. Ortaya çok güzel bir sonuç çıktı. Yabancılar da çok etkilendi. Çünkü bu ulusal sınırların çok ötesinde bir şey. Çünkü sanat insandaki güzelliği, yansımayı ortaya çıkarıyor. Burada önemli olan bir nokta daha var; duygusal ifade. Çünkü insanın özellikle düşünceleri mantığından çıkıyor. Fakat duyguları ise insanın bu yaşanmışlarının bedene yansıması bir anlamda. Projenin başından itibaren İngiltere'den duygular konusunda önemli işlere imza atan Tiffany Watt Smith ile birlikte çalıştık. Ben de o vesileyle kitaplarını okudum. İnsanın 150'den fazla duygusu varmış. Kaldı ki farklı ülkelerde farklı duygular da var. Bir toplumda var olan bir duygu başka bir toplumda olmayabiliyor. Tiffany Watt Smith'in yanı sıra Türkiye'den de Kemal Sayar danışman olarak projede yer alıyor. Sanat yönüyle Saadet Özen ilgileniyor. Bu altyapı oluşturulurken kültür haritaları ortaya çıkardık. Yani eserleri duygu haritaları üzerinden de görebiliyorsunuz. Bu noktada Kemal Sayar hocamız hangi duygu, hangi renkle ifade edildiğine yönelik bir çerçeve oluşturdu. Bu noktada yurt dışında sanatçılarla da irtibata geçip tek tek müsaade alarak bu platformda yayınladık. Kısa sürede çok sayıda eser birikti. Böylece güzel bir arşiv oluştu.
Bu arşivin nasıl bir felsefi temeli var? Nasıl bir zemine oturtuyorsunuz?
Bunları topladığımızda hepimiz bir bütünün parçalarıyız. Sanatsal olarak farklı şekilde ifade ettiğimiz duyguları da Arjantin ile Kore, Afrika ile Kuzey Avrupa baktığımızda aynı. İnsanların hissettiği korku, ümit ya da endişe hep aynı. Covidoscope'u açtığımızda aslında insanlar olarak birleştiğimizi görüyorsunuz. Bu bizim kültürümüzde vahdet dediğimiz şey.
Yavaş yavaş bu dönemin bir gerçeği olan dijitalleşmeye de getirmek istiyorum sözü. Yaşadığımız süreç dijitalleşmeyi zorunlu kıldı. Bu noktada Yunus Emre Enstitüsü olarak Covidoscope ile elinizde çok iyi bir pratiğiniz oluştu. Projelerinizde salgın sonrası dönemde dijitalleşmenin ağırlığı ne olacak?
Şu anda ikisini birlikte deniyoruz. Bu süreçte her ülkenin yaklaşımı farklı. Zor bir dönem. Örneğin Hollanda virüsle mücadele noktasında farklı bir strateji izliyor. Sıkı önlemler uygulamıyorlar. Bunun üzerine Hollanda'daki Yunus Emre Enstitüsü Müdürümüz etkinlik düzenlemek istedi. Düzenlendiler; akabinde de üç çalışanımız karantinadaydı. Geçen günlerde Azez'de bir merkez açtık. Oraya gittiğimizde kimsenin maske takmadığını gördük. Tüm bu örneklerde görünen o ki artık dijitale de ağırlık vereceğiz. Ankara'daki binamızın bir katını tamamen stüdyoya dönüştürdük. Altyapımızı buna uygun hale getiriyoruz. Bunun rakamsal avantajları da oluyor. Uzaktan yaptığımız Türkçe eğitim için 20-30 kişilik sınıflar oluşturduk. Şu anda dünya genelinde 15 bin öğrenciye ulaştık. Örneğin şu anda sadece Latin Amerika'da 5 bin öğrencimiz var. Bu insanlar düzenli bir şekilde Türkçe dersi alıyor. Kısa sürede ciddi bir mesafe katettiler. Bu sayede salgın sürecinden bağımsız bir biçimde dijital bir kültür merkezimiz oldu. Bu dijital kültür merkezimiz için geliştirdiğimiz programlarımzı var. Bunlardan biri “Yeniden Düşünmek, Yeniden Yorumlamak”. Onun da çerçevesini kendimiz belirledik. Çünkü bu süreçte yeniden düşünmemiz gerekiyor. Türkiye’nin farklı kesimlerinden değil yurt dışından da Emin Maalouf gibi isimlerle söyleşi yaptık. Covidoscope örneğinde olduğu gibi herkesin sorunu aynı. Duygusal manada herkesin endişesi var. Herkes yeni normal ne ve nasıl olacak sorusuna cevap arıyor. İki yol var; biri çatışma ve güçlünün güçsüzü yeneceği, bastıracağı yok. Diğeri ise birbirini tamamlamaya yönelik bir yol. Bizim Yunus Emre Enstitüsü olarak iki temel felsefemiz var. Bunlarda biri kökleri Anadolu’da filizlenen can felsefesi. Farklı yüzyıllarda farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Avrupa’da sonrasında ortaya çıkan hümanizm bizde çok sadece biçimde daha öncesinde canlar olarak ifade edilir. Hepimiz birbirimiz devamı ve tamamlayıcısıyız. O yüzden birbirimizi anlayabilmek için iletişim kurmalıyız. İkinci temel felsefemiz ise yine bu topraklarda yeşeren ve bu dönemde de alternatif olabilecek refik düşüncesi. Çünkü içinde yaşadığımız yüzyılda hep “rakip” düşüncesi öne çıkıyor. Bunun ekonomik ya da siyasal çıktısı kapitalizm. Bireyin hayatına yansıması ise rekabettir. Rekabet temeli üzerine kurulmuş bir medeniyet, bir şehir, bir iş yeri kısmi başarılar elde etse de mutluluk anlamında yetersiz kalır. O yüzden biz rekabet yerine refakati savunuyoruz. Yani refik düşüncesi o anlamda da bakıldığında bizim farklı coğrafyalardaki canlarla olan yolculuğumuz anlamına da geliyor. Birisi düştüğü zaman koluna gireceğiz. Programlarımızda da bunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Refik olmayı becerebilmeliyiz.
“Sanat yaşarsa insan yaşar”
Bu yaşadığımız süreç hayatın her alanını olduğu gibi kültür-sanatı da derinden etkiledi. Sergiler, tiyatrolar, konserler hepsi sekteye uğradı. Yunus Emre Enstitüsü Türkçe öğretiminin yanı sıra Türk Kültürü ve hatta Anadolu’daki kadim kültürlerin bir nevi tanıtımı misyonunu da üstleniyor. Bu süreçte farklı ülkelerdeki merkezleriniz özelinde çevrimiçi konser, söyleşi, sempozyum gibi etkinlikleriniz olacak mı?
Bu süreçte de aktif bir şekilde çalıştık. Konser, söyleşi, konferans ve hatta sergileri çevrimiçi gerçekleştirdik. Bu sayede milyonlarca insana ulaşabildik. Çoğu zamanda bunları Arapça ve İngilizceye eş zamanlı olarak çevirdik. Ama bu süreçte farklı yöntemler de geliştirmeniz gerekiyor. Çünkü birkaç kez yaptıktan sonra izleyici sayısı düşmeye başlıyor. İlgiyi taze tutmak kolay değil. Bunları daha da cazip hale getirmemiz gerekiyor. Kendimize özeleştiri olarak yöntemlerimizi de geliştiriyoruz. İnsanların sıkılma payını azaltacak yöntemler peşindeyiz. Örneğin Japonya’da Klasik Türk Musikisi’ne büyük bir ilgi var. Bunun için Türkiye’de Japonları eğittik. Böylece onlar da kendi ülkelerinde bunu devam ettirecek. Bir eğitmeni buradan sürekli göndermek zor ve maliyetlidir. Bunlara ek olarak Türkçe eğitimi ve tanıtımı için animasyonlar üretmeye çalışıyoruz. Dil dünyayı anlamlandırdığımız en önemli araç. Her bir dil çok kıymetli. Başka dillerde konuşmanın gayesi de o. Türkçeyi öğrendiklerinde Türklerin anlam dünyasını da öğrenmiş oluyorlar. Konser gibi etkinliklere dönecek olursak; dünya bu süreçte büyük bir krizde. Dediğiniz gibi kültür-sanat sekteye uğradı. İnsanlarda bir boşluk hissi oluştu. Bunu mümkün olduğunca kısa sürede atlatmayı diliyorum. Ama daha kötüsünün de gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Dolayısıyla insanlık olarak ayakta kalabilmenin en önemli aracı bu şartlarda dahi kültürel ve sanatsal üretim yapabilmektir. Yeni formlara, yeni türlere açık olmalıyız. Özellikle de devlete bağlı kurumlar. Çünkü özel sektörün işi daha zor. Özel tiyatrolardan tutun da sokak etkinliklerine, festivallere kadar hepsi durdu. Sanat yaşarsa insan yaşar ve yaşadığı o günü anlamlandırır.
Türk Cumhuriyetleri’nde, Arap coğrafyasında, Akdeniz bölgesinde, Avrupa’da Türkçeye karşı ilgiyi anlamlandırabiliyorum. Ancak az önce verdiğiniz Latin Amerika örneği oldukça ilginçti. Röportajımızın yavaş yavaş sonuna gelirken ona da değinmek istiyorum. Türkçe yönelik bu ilginin sebebi nedir sizce? Türk dizilerinin de etkisi var mı?
Dünyada kültür endüstrisi diye bir gerçek var. Birilerinin yapılan işleri fonlaması gerekiyor. Siz herhangi bir dil öğrenirken karşılığında ücret ödüyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti devleti burada stratejik bir hamle yapıyor. Bizim bu tür projelerimizi devlet finanse ederek –ki bu genelde düşük bir maliyet oluyor, eğitmen ücreti gibi- bu talebe cevap veriliyor. Latin Amerika’da bir ilgi var. Türk kültürünün farkındalar. Ücretsiz olan bu eğitimlerimize iltifat ederek en iyi yöntemlerle etkileşimli bir şekilde yeni bir dil öğreniyorlar. Yani yeni bir anlam dünyasına açılıyorlar. Dünyada savaş tamtamlarının çaldığı bir çağda Yunus Emre Enstitüsü kültüre ve iletişime açılan bir pencere. Bunu arz ettiğimiz için karşı tarafta da hüsn-ü kabul görüyor. Bunu hiçbir çıkar gözetmeksizin yapıyoruz. Para istemiyoruz, siyasi bir beklentimiz de yok.
Son olarak yayınlarınızı sormak istiyorum. Türkçenin Sesi ve kitaplar konusunda ne gibi gelişmeler var?
Bu dönemde çok sayıda eser yayımladık. Yabancı öğrencilerin Türkçe öğrenmeleri için Dede Korkut ve Yunus Emre’nin metinlerini sadeleştirip onlara sunduk. Farklı Türk lehçelerinde dergileri yayımlamaya devam ediyoruz. Kargo ve benzeri maliyetlerin önüne geçmek için bu çalışmaları internet üzerinden de sitemizde erişime açtık. Böylece, Türkçe öğrenim talebini karşılayacak nitelikli bir materyal havuzu oluşturduk.