04.05.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
“Bodrum bir krater. Çok çok eskiden burasının bir yanardağ olduğu konusunda görüşler var.”
“Mazallah, herkes böyle çılgınlar gibi Bodrum’a akarken alttan bir fokurdama ve müthiş bir patlama olur mu yani?” diye şakayla karışık bir soru sorulduğunda da, yer bilimcinin verdiği yanıt, oldukça ciddi ve ürkütücüydü.
“Sönmüş bir volkan ama doğa kestirilemez. Eskiden patladıysa yeniden faaliyete geçebilir. Uzak olsa da böyle bir ihtimal her zaman vardır.”
Bu sözleri anımsayınca cehennem sıcağında daha da bir ürpermiş ve sanki Pompeii’den kaçar gibi bir an önce Bodrum çanağından çıkmak için aracın gazına basmıştım.
***
Buraya boşuna Bodrum dememişlerdi, gerçek bir bodrum katı gibiydi. Yarımadanın bodrum katıydı gerçekten de…
Telefon çalıp yardımcım Zühre’den cinayet haberini aldığımda, D330 yoluna çıkarak istikametimi Turgutreis’e çevirdim. Cinayet, Bodrum’da pek sıklıkla rastlanan bir olay değildi. Zühre’ye olayın detaylarını sormak istedim ama sonra üşenip vazgeçtim. Nasıl olsa yaklaşık yirmi otuz dakika kadar sonra olay yerinde olacaktım. Zaten Bodrum’a, yarımadada her yer aşağı yukarı yirmi - otuz dakikalık bir mesafedeydi. Meraklı yeniyetmeler gibi sormanın anlamı yoktu.
Taş yolun üzerinde kalbinden bıçaklanmış bir halde sırtüstü yatan müteahhit Orhan Aksoy’un ölü bedeni, siteye erken gelip iş başı yapan bahçıvan tarafından bulunmuştu. Müteahhitin üzerinde sabah koşusunda giydiği ünlü bir markaya ait, tiril tiril siyah renkli şort ve tişört ile ayakkabılar dikkat çekiyordu. Pahalı spor giysilerinin içinde yazdan kalma yanık teniyle yatan ölü adam, aynı zamanda içinde bulunduğu siteyi de inşa eden kişiydi.
Bu ürkütücü sahne, bu güzelim yaz mekanında garip bir tezat oluşturuyordu. Oysa insan böyle yerleri, eğlence, neşe, keyif, coşku, kahkaha, kısaca hayatın tadının çıkarıldığı yerler olarak hayal ediyordu. Ama gelin görün ki, böyle acı ve üzücü olaylar da zaman zaman yaşanabiliyordu.
İki katlı, tipik Bodrum evleri mimarisinden çok uzak, birçok kimse tarafından biraz özenti bulunan sekiz villadan oluşan ve çok güzel bir deniz manzarasına sahip sitede yaşanan bu cinayet, burada oturan sakinleri de şaşırtmışa benziyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ve herkes şoktaydı. Dağ gibi adam sitenin orta yerinde boylu boyunca sessizce yatıyordu. Kan kokusu etrafı öyle yoğun sarmıştı ki bahçedeki ağaçlarda bir zümrüt gibi parıldayan yeşil mandalinaların kokusunu bile bastırıyordu.
Bodrum Turgutreis Jandarması Olay Yeri İnceleme ekipleri çalışmasını tamamlamak üzereydi. Her türlü delil sayılabilecek malzeme toplanıp titizlikle torbalara yerleştirilmişti. Sadece cesedin üzeri aranmamıştı. Zaten aranacak fazla bir şey de yoktu. Kalbine saplı siyah bıçağın görüntüsü ürkütücüydü.
Fırtına sonrası sessizlikte ekiplerin çalışmasını izlemekle yetiniyor, sanki hazırlanmış bir tiyatro veya sinema sahnesi gibi duran bu kanlı ortamın, göz alıcı bu mekanla ne kadar uyumsuz olduğunu ve ne kadar iğreti durduğunu düşünüyordum. Cesede yaklaşmamıştım bile. Ekibin başındaki kıdemli başçavuşun ne kadar titiz biri olduğunu önceden duymuştum. İşi bitmeden kimseyi olay yerine yaklaştırmayan bu başçavuşun ismini de söylemişlerdi ama aklımda tutamamıştım. Titiz ve işini yapan insanlara her zaman hayranlık duyardım. Bir insanın en önemli özelliğinin işini iyi yapması olduğuna inanmışımdır. Ve işinde iyi insanlara hep saygı beslemişimdir.
Düşüncelere dalmışken Adli Tabip Hasan Kaya, olay yerine savcı ile birlikte nihayet teşrif etmişti. Savcı Özer Baştan, gelir gelmez hemen olay hakkında bilgi toplarken, adli tabip de cesedin başına çökmüş, incelemelere başlamıştı.
Başçavuş hızla yanıma geldi, “Bizim işimiz bitmek üzere komiserim.” dedi. Esmer, kısa boylu, dik duruşlu, oldukça zayıf ama gözlerinden zeka fışkıran kırk yaşlarında bir çavuştu.
“Adınızı öğrenebilir miyim başçavuşum?”
“Nazır Şenok.”
“Hayrettin Ayvaz, memnun oldum.”
“Ben de. Size ‘Kızıl’ dediklerini duymuştum.” dedi hafifçe gülümseyerek. Bunu söyledikten sonra biraz utangaç bir ifade yakalar gibi olmuştum. Ama gerek yoktu, beni fazla rahatsız etmiyordu bu lakap. Ben de aynı şekilde gülümseyerek, “Öyle derler,” deyip hemen kestirip attım ve konuya girdim. “İşe yarar bir şeyler bulabildiniz mi?”
Bu soğuk tavrım karşısında başçavuşun yüzündeki gülümseme donmuş ve hemen ciddileşmişti. “Çok fazla bir şey yok. Katil her kimse çok ustaca davranıp pek iz bırakmamış gibi görünüyor; yine de bir iki şey bulmaya çalıştık. Bir saç teli ve bir iplik parçası. Size raporu yarın yollarım,” deyip kısa kestikten sonra bir şey hatırlamış gibi parmağını kaldırarak ekledi.
“Ha bu arada bıçak maktulün üzerinde. Otopsiye gittikten sonra alıp inceleme yapacağız.”
“Teşekkür ederim başçavuşum.” dedim. Kendisini biraz önceki davranışımla kırdığımı düşünerek yumuşak bir üslupla söyledim. Bir şey demeden arkasını dönüp gitti.
“Başçavuşum!” diye seslendim. “Evet, ben de sizin işinizde oldukça titiz ve iyi olduğunuzu duydum. Ve bunda gerçekten ne kadar haklı olduklarına yakınen tanık oldum,” dedim gülümseyerek. Amacım bir kompliman yaparak havayı yumuşatmaktı. “Teşekkür ederim komiserim,” dedi aynı ciddiyetle ve yine dönüp gitti. Anlaşılan iyi bir dostluk kurabilmek için zamana ihtiyaç olacaktı.
***
“Kızıl” lakabı kariyerimin önündeki büyük engellerden biriydi. Bir gün Zonguldak’ta görevliyken büroya başımda siyah Che Guevara beresiyle girmiştim muziplik olsun diye. Girmez olaydım. Sırtımda yeşil parka, başımda ortasında kızıl yıldız olan siyah bere, içimde kırmızı renkli bir kazak, ayaklarımda siyah asker postalları… Bürodakiler beni görünce dona kalmışlardı. Şaşkınlıktan küçük dillerini yutmak üzereydiler ki, iyice yutsunlar diye masama oturup elime Che’nin çok sevdiği markadan bir puroyu yakıp havaya üfleyince odada hiç beklemediğim bir uğultu kopmuştu. Aslında ne puroyu, ne de sigara içmeyi seven biri değildim. Sadece bir mizansendi.
ARKASI YARIN...