02.04.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Kovboyun gerçek hayatta öyle mahmuzlarla atın üzerinde havalı dolaşan kahramanlar değil de, cowboy yani sığır çobanı anlamına geldiğini öğrenmek, biraz hayal kırıklığı yaratsa da western filmlerin büyüsü bozulmadı. Temelinde iyi ile kötünün savaşı olsa da westernin politik tarafı, katliam ve ayrımcılıkla doluydu. Yıllarca o coğrafyanın yerlileri olan Kızılderilileri katleden Amerikalılar, sinema yoluyla bu cinayetleri haklı göstermeye çalıştı. Önemli ölçüde başardılar da… Western filmleri sayesinde kaç kuşak, Kızılderilileri deri yüzen ilkel ve vahşi yaratıklar olarak tanıdı. O zamanki aklımızla sormayı düşünememiştik sinemacılara, “dağdan gelip de neden bağdakini düşman gösteriyorsunuz?” diye…
İlk western 1903’te
Sinema tarihindeki ilk western, Edwin S. Porter’ın 1903’te çektiği kısa filmi “The Great Train Robbery” olarak biliniyor. Westernlerin Hollywood’daki altın çağı ise 1930-1960 arası. Howard Hawks, Anthony Mann, Raoul Walsh gibi yönetmenler bu türe el atmış olsa da westernin ustası “Stagecoach”, “Rio Grande”, “The Searchers” gibi nice klasikle John Ford. Çekim teknikleri ve hikâye anlatma tarzıyla hâlâ birçok sinemacının ustası sayılıyor. Türün Hollywood’daki ilk yıldızı John Wayne, sonrasında halefi Clint Eastwood. Kızılderili düşmanlığı kadar kadın edilgenliği de başrolde westernlerde. Kadınlar kendi hikâyeleri ya da mücadeleleri olamayacak kadar yanda kalmış karakterler olarak çiziliyor. Merkezde ise erkek dayanışması ve maçoluğun gücü var. Ama arada sırada bu kalıpları kıran filmler de çıkıyor. Mesela Nicholas Ray’in çektiği 1954 tarihli “Johnny Guitar”. Bir nevi feminist western, başrolde erkekleri titreten Joan Crawford var.
Kahraman şerif!
Westernlerin politik ve toplumsal eleştiri yaptığı örnekler de bulunuyor. Mesela ‘50’lerde McCarthy soruşturmalarının komünist avına dönüştüğü; insanların komünist damgası yiyerek hayatının mahvolduğu, sanatçıların birbirini gammazladığı, toplumun sessizce izlediği süreçte “High Noon” vizyona giriyor. Filmdeki kahraman şerif, kasabalı tarafından yalnız bırakılsa da kanun insanı olarak kasabayı haydutlara bırakmamak için tek başına savaşıyor. Vietnam Savaşı’na tepki, 68 kuşağının isyanı vs. derken westernin klasik erkeksi ve ötekileştirici tarzının modası Hollywood’da geçiyor. Ama ‘60’larda Avrupa’da farklı bir tarzla yeniden şahlanıyor. Sergio Leone’nin spagetti westernleri “A Fistful of Dollars”, “For A Few Dollars More”, “The Good, The Bad and The Ugly” ile…
Küllerinden doğdu
‘80’lerden itibaren ise western yavaş yavaş üzerini toz kaplamış bir türe dönüşüyor. Ama ‘90’ların başında öyle bir küllerinden doğuyor ki iki western filmi, iki yıl arayla Oscar kazanıyor: Kızılderililerden bir nevi özür dileyen “Dances with Wolves” ve westernlerin ötekileştirdiği “diğerleri”ni başrole koyan “Unforgiven… Sonrasında western bolluğu yaşamasak da şık yapımlarla vizyonda buluşuyoruz. “3:10 to Yuma” ve “True Grit” gibi yeniden çevrimler de izliyoruz; “The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” ve “No Country for Old Men” gibi modern yorumlar da… Westernleri hâlâ çok sevmemizin sebebi ise değişmedi. Çünkü iyilikle kötülüğün kadim savaşında, kötünün cezasını bulmasının verdiği mutluluk hiç eskimedi.
Westernin ikonu John Wayne
Klasik western filmleri deyince akla ilk John Wayne geliyor. Aktör, “kovboy” imajının marka hâline gelmesinde pay sahibi. 1907’de ABD’nin Iowa eyaletinde doğan Wayne, 1926’da figüran olarak başlıyor sinemaya. Yönetmen John Ford, 1939 tarihli “Stagecoach” filmiyle Wayne’i yıldızlığa taşıyor. Sonrası malum… 1970’te “True Grit” ile tek Oscar’ını kazanıyor. Son filmi 1976 tarihli “The Shootist”te kansere yakalanmış yaşlı bir silahşora hayat veriyor. Üç yıl sonra mide kanserinden vefat ediyor.