19.09.2018 - 01:30 | Son Güncellenme:
Fisun Yalçınkaya - İstanbul
Galata Rum Okulu 30 Eylül tarihine dek sanatçı Necla Rüzgar’ın ‘Çok Kalpli Varlık’ sergisine ev sahipliği yapıyor. Deniz Artun küratörlüğünde düzenlenen sergi, ismini, bir araya gelmenin gücüne vurgu yapan ‘çok kalpli varlık’ kavramından alıyor. Medusalar, hayvanlar, doğa ve mitolojik hikâyeler sergide çoklu bir anlatı oluşturuyor. Necla Rüzgar’la eski ve yeni eserlerini bir araya getiren sergiyi konuştuk.
-Serginiz ismiyle, ‘çok kalpli varlık’ adlı bir ya da birkaç kahraman yaratıyor. Nedir ‘çok kalpli varlık’, nasıl bir noktadan çıktı, nasıl düşündünüz?
Bir araya gelmeyi, birlikte daha güçlü ve büyüleyici olunduğunu ifade eden bir kavram arıyordum. Ama defterime yazdığım kavramlar iç içe geçmeyi anlatsa da bu iç içeliğin ne anlama geldiğini ifade edemiyordu. Oysa ‘çok kalpli varlık’ kavramını daha ilk telaffuz ettiğimde, ‘varlık’ kavramının bütün türleri kucakladığını keşfettim. Dolayısıyla ‘Çok Kalpli Varlık’ ifadesinin, ‘kadın‘, ‘erkek’, ‘hayvan’ gibi ifadelerin ötekileştirici içeriğinden uzak olduğunu söyleyebilirim. Çoğulcu, birleştirici, ayırmayı, parçalamayı, yerinden etmeyi değil; bir araya getirmeyi, inşa etmeyi, büyütüp güçlendirmeyi öneren bir kavram.
- Sergideki figürlerin, mitolojik kahramanların yarı gerçek, yarı gerçek dışı hali, masalsı bir atmosfer yaratıyor ama bunu gündelik olanın içine katıyor. Bu iki dünya nasıl iç içe geçiyor sizin gözünüzde?
Masallar kalp ağrısını ve hayattaki kötülükleri yok saymaz. Ama kötülüklerle baş etme cesareti, umut ve büyüyü de içerir. Masallar gerçek hayata hazırlanma stratejileri içerir. İçinde kötülüğün ve kalp ağrısının kurutulmuş halleri vardır. Bu iç içe geçmeleri ne günlük hayatta ne de sanatta tasarlayarak, planlayarak yapmıyorum. Ama sanatımın bir özelliği olarak ortaya çıkıyor. Belki hayat ve hayal arasındaki keskin sınırları erittiğimi söyleyebilirim.
- Sizinle yaptığımız önceki röportajlardan birinde, “Bastırılmış olanın dönüşüyle ilgileniyorum” demiştiniz. Bu meseleyle uğraşınız nasıl devam ediyor?
Kendi sanatımı, gerek imgesel diliyle gerekse oluşturduğu çağrışım sistemiyle bastırılmış olanın dönüşü olarak görüyorum. Sanatsal yolun sağlaması, yaptığınız işin içinize sinmesiyle oluyor. Yaptığınız iş bittiğinde, “Evet ben bunu yapmak istiyorum” diyebiliyorsanız, doğru yoldasınız demektir. İçimdekini izleyerek buraya geldim ve içimdekini izleyerek yönümü bulabiliyorum.
- Serginizin merkezinde yer alan yılan saçlı kadınlar, yılan ve kadının Türkiye’de edebiyatta yan yana gelen örneklerini anımsattı. Sizin için bu yılan başlı kadınları neyle ilişkili ve çıkış noktalarınız nelerdi?
Edebiyatta beni ilk etkileyen, kendime akraba hissettiğim bir kitap adı söylemem gerekirse bu Fakir Baykurt’un ‘Yılanların Öcü’ olur. Edebi eserler zihnimin bir köşesinde ikamet etmekle birlikte, ben kadim bir mit olan Medusa’dan ilhamla yola çıktım. Canavar, cadı, ifrit ya da lanetli olarak tarihe geçmiş kadınların çoğu alt sınıftan gelen güçlü veya güzel kadınlardır. Dolayısıyla çevresinde döndüğüm bu mitler kadınlarla ve en derinde de sınıflarla ilgili diyebilirim.
- Doğayla olan bağ sergide öne çıkan düşüncelerden biri. Siz bunu kadın bedeni üzerinden çeşitli hislerle birlikte kurguluyorsunuz diyebilir miyiz?
Bugün hayvanlar, sadece insanların yaşadığı mekânlardan değil, vahşi doğadan da arındırılmış durumda. Dahası bugün vahşi doğa diye bir doğa da yok. Her yer steril hale getirildi, insanileştirildi, kapsama alanının dışında bir yer kalmadı gibi. Günümüzde doğanın kendisi tüccarın mülkü olmuş durumda. Hayatımızdaki hayvanları birileri sahiplenmiş, gündelik hayatımızda ulaşabileceğimiz doğa parçaları araziye dönüştürülüp satılmış. Ne hayvanlar kendisine ait ne de doğa artık... Bize, yani pek çoğumuza kalan ise aslı değil; bu yitip giden ‘doğanın imgesi’. Bu durum benim sanatımın ana sorunsallarından birini oluşturuyor.