18.04.2011 - 14:32 | Son Güncellenme:
Özel okullardan birinin bahçesindeyim. Bahçede öğrenciler beden eğitimi dersindeler. Minderin üzerinde sırayla takla atıyorlar. İçlerinden bir öğrenci dikkatimi çekiyor. Biraz ürkek, biraz utangaç yaklaşıyor mindere.
Öğretmen tüm iyi niyetiyle motive ediyor yedi sekiz yaşlarındaki bu kızı. Yanakları al al oluyor. Belli ki yapmak istemiyor. Arkadan gülüşmeler geliyor. Küçük kız olduğu yerde donup kalıyor sanki. Öğretmenin çabaları sonucu küçük kız eğiliyor ve atıveriyor taklayı.
Öğretmen sevinçten zıplıyor ve küçük kızı, “Harikasın, müthiş bir takla attın” gibi sözcüklerle övgü yağmuruna tutuyor. Öğretmen yaptığı tezahürat içinde öylesine kayboluyor ki, söylediklerinin küçük kıza ne hissettirdiğinin farkında değil. Küçük kızın yanakları gittikçe kırmızılaşıyor ve bacaklarındaki titreme yürümesini etkiliyor. Derken, diğer çocuklar takla atıyor ve sıra yine küçük kıza geliyor. Öğretmenin söylediklerini, arkadaşlarının tezahüratlarını duymuyor artık küçük kız. Ağlayarak, oradan uzaklaşıyor. Öğretmen şaşkın, küçük kızın arkadaşlarından birini yolluyor peşinden.
İçeri gidip küçük kıza bir şeyler söylemek istedim. Hatta bütün o zamanı geri alıp, o ilk taklayı attığında ona, “Taklayı atmak istedin ve attın, kendinle gurur duymalısın” diyen ve kendi sevincimin coşkusunda onun duygusunu kaybetmeyen öğretmen olmak istedim. Sonra düşündüm, aslında tüm hayatımızın ne kadar; Nefis bir resim, bak amcası nasıl güzel çizdi’lerle; Kızım bugün tuvalete ilk çişini yaptı, aferin kızıma, hadi ananeye, teyzeye haber verelim’lerle; Aferin harika bir not aldın, bak Ahmet alamadı’larla dolu olduğunu düşündüm.
Çocuğun yaptığı şeye aldığı övgüler ebeveynin duygu yoğunluğu içinde kaybolduğunda, çocuğun bir sonraki performansının ilki kadar iyi olamayacağı korkusuyla, denemekten nasıl vazgeçtiğini düşündüm. Takla atan küçük kız ile öğretmeninin başına gelen de buydu aslında. Hele konu daha hassas ve içedönük çocuklar olduğunda.
“İçedönük çocuk utangaç çocuk demek değildir” diyor Marti Olsen Laney, The Hidden Gifts of an Introverted Child/İçedönük Çocuğun Gizli Hazineleri adlı kitabında. İçedönük çocuk enerjisini kendi başına olduğu sakin ortamlar aracılığıyla yeniden toplar. Dışadönük çocuğu ise devamlı hareket halinde bir aktiviteden diğerine koşarken bulursunuz. Çünkü onun enerjisini ilişkiler ve sosyal ortamlar doldurur.
İçedönük çocuk daha yavaş yer, düşüncelerini toplaması zaman alır, ödevlerini daha geç bitirir. Cümlesini bitirmeden tamamlamaya çalışmak, yemeğini geç bitiriyor diye azarlamak bu tür çocukları zamanla utangaçlığa sürükler.
Bazen parklarda görürüm okul formasıyla anaokulu sonrası oynamaya getirilen içedönük çocukları. Onları tanımak çok zor değildir: kimi zaman öfke nöbetine girer, kimi zaman diğer çocukları iter, kimi zaman ellerindekini fırlatmaya başlarlar etrafa. Annelerini “Bir daha getirmeyeceğim seni parka!” ya da “Yeter artık niye böyle yapıyorsun!” derken görürüm. Oysa çocuğun ne anneyi üzmeye niyeti vardır ne de yaptıklarını durduracak fren mekanizması. Tek ihtiyacı olan “Biliyorum oğlum bugün çok şey yaşadın, artık yorgunsun, hadi eve gidelim” diyen sakin bir anne ya da daha olayın başında okul sonrasında onu eve götürecek bir anlayıştır.
Bazen diyorum ki, anne baba olarak şöyle bir dursak, kafamızdaki “çocuğum şöyle olmalı, böyle olmalı” beklentilerini bir kenara koysak. Şımarık, inatçı gibi tüm öğrenilmiş kavramları da bir anlığına silsek zihnimizden. Bir şeyi ne zaman çok tutturuyor, ne zaman ellerindekini fırlatıyor, ne zaman öfke nöbeti geçiriyor, ne zaman korkuyor; sadece izlesek. Derken kendi sevinçlerimiz, heyecanlarımız içinde kaybolmadan, önce onların duygularını anlamaya zaman harcasak. İşte o an, içedönük dışadönük kavramlarına bile ihtiyaç duymayacağımız bir alan yaratacağız çocuğumuzla olan ilişkimize. Ve tek kalan çıplak gözle gördüğümüz, şartsız sevgiyle sevdiğimiz, her şeyiyle sarıp sarmaladığımız kendi çocuğumuz olacak…