05.04.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
NİL KURAL
Marjane Satrapi, önce İran’daki çocukluğuna ve Avrupa’da geçen ilk gençlik yıllarından yola çıkan çizgi roman “Persepolis”i yayımladı. Ama dünyanın onun ismini duyup, hikayesini bilmesi “Persepolis”in Vincent Paronnaud ile birlikte yönettiği sinema uyarlaması ile oldu. İran’daki İslam Devrimi ve sonrasını Satrapi’nin bakış açısı ile anlatan “Persepolis”in ardından Satrapi, 1950’lerde geçen yeni filmi “Azrail’i Beklerken / Poulet aux Prunes” ile İstanbul Film Festivali’ndeydi.
Yaptığınız pek çok iş var. İllüstrasyon, çizgi roman ve tabii ki yönetmenlik. Şu anda kendinizi en yakın hissettiğiniz mesleğiniz hangisi?
Yönetmenlik. Ama “Persepolis”ten önce yönetmen olmayı hiç ama hiç istemiyordum. Kazara oldu.
Nasıl kazara oldu?
Bir arkadaşım yapımcı olmak istiyordu. “Hadi ‘Persepolis’in çizgi romanını sinemaya uyarlayalım’ dedi. “Hayır, kesinlikle olmaz” dedim. Hiç iyi bir fikir gibi değildi. Sonra hem bana bir sürü para verecekler hem de yeni bir deneyim olacak diye düşündüm. Ve yeni bir şeyler de öğrenecektim. “Peki” dedim. Yapmaya başlayınca çok eğlendim. En son çizgi romanım 2004 çıkışlı. Yıllardır yapmıyorum anlayacağınız. 6 çizgi roman çıkardım. Benim hikayem artık Batı’da. Başıma çok komik şeyler geliyor. Çizgi roman yapsam kesinlikle çok ama çok satar. Ama hiç istemiyorum. Hayat çok kısa. Böyle bir kitap çıkarmak hayatımın bir iki yılını alacak. Kariyerime iyi gelir diye yıllarımı çöpe atacak değilim. Sevdiğiniz işle geçiminizi sağlayabilmek zaten tek başına çok değerli.
“Persepolis”in başarısının ardından “Azrail’i Beklerken”in yapım öncesi süreci bekleneceği kadar kolay geçmemiş sanırım.
Evet. Ben de tahmin etmezdim. “Persepolis” ilk filmimdi ve Oscar adayı bile oldu. İkinci film için hemen para vereceklerini düşünmüştüm. Ama durum şu. Siyah-beyaz bir animasyon çektiyseniz, insanlar siyah beyaz bir animasyon daha çekmenizi bekliyorlar. Eğer politikadan bahsettiyseniz yine politikadan bahsetmeniz gerekiyor. Elli tane aynısından yani. Farklı bir şey, yeni bir şey denemeniz gerektiğini anlatamıyorsunuz. İnsanları ikna etmek kolay olmadı. Eğer işim kolay olsun istiyorsam bir tane daha siyah beyaz animasyon çekmem icap ederdi. Ama yeni şeyler denemezseniz hayat çok sıkıcı olur.
“Persepolis”te niye animasyona yönelmiştiniz?
Öncelikle ben animatör değildim. Hayao Miyazaki gibi mükemmel bir stile sahip değilim. Animasyonun bir janr olduğunu da düşünmüyorum. Sadece sinema yapmanın bir yöntemi. “Persepolis”i animasyon olarak çekmek önemliydi. Çünkü insanlı film olarak çekseydim beni canlandıracak insan bir İsveçli’den çok bana benzemek zorundaydı. İnsanlar kendilerine benzemeyen biriyle özdeşleşmekte zorlanıyorlar. Bilmedikleri bir coğrafya için de aynı şey geçerli. Ama bir çizimle özdeşleşmek kolaydır çünkü bir çizim her şeyden önce soyuttur. Ve herkes bir çizim haline getirilebilir.
“Persepolis”e evrensel bir boyut katmak için animasyon olarak çekmek önemliydi. Bu filmdeki hikaye bir aşk hikayesi ve bu nedenle zaten evrensel. Bunun için stüdyoda gerçek aktörlerle çekmek mantıklıydı. Bence her hikaye kendi yaklaşım şeklini getirir.
Aldığım ödüller yok sayıldı
İran hükümeti “Persepolis”e tepki göstermişti. Bu filminize de tepki gösterdiler mi?
Buna ses çıkmadı. Bu film 1950’lerde, onların döneminin çok öncesinde geçiyor. Bir aşk öyküsü anlatıyor. Hiçbir tepki göstermediler. Bu filmle pek çok ödül aldım ve ödüller hiçbir İran gazetesinde yayımlanmadı. Ben yokmuşum gibi davranmaya başladılar ki, bu da hiç sorun değil.
İran sineması bu yıl “Bir Ayrılık / A Separation” ile gündemdeydi.
İran sineması 1900’lerden beri var. Çok köklü bir sinema kültürü olan bir ülke. İran’da İslam Devrimi öncesinde sinema çok güçlüydü. Ama bunun dışında İran sineması benim için ABD ve Fransız sineması gibi, sevdiğim ve sevmediğim filmler çıkıyor. Ama “Bir Ayrılık”ın çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Daha bu kadar ödül kazanmadan önce Fransa’da gösterime girdiğinde filmi aynı hafta içinde üç kez izlemeye gittim. Harika bir film. Tahran’da geçiyor ama aynı hikaye rahatlıkla İstanbul’da veya Şikago’da da geçebilirdi. İran filmi olsun veya olmasın sevdiğim bir film ödüllere boğulunca çok mutlu oluyorum. Sevmediğim bir film Oscar gibi bir ödül kazandığında da çok kızıyorum.
Mesela...
Mesela “Chicago”. Bir de bizi onun müthiş bir film olduğuna inandırmaya çalıştılar. Müthiş değil, berbat bir filmdi.