Yukarıdaki fotoğraf AP fotomuhabiri Ivor Prickett tarafından Tahrir Meydanı’nda çekildi.
Colvin yaşasaydı, Mısır’daki darbe sırasında burada olur, dünyayı bilgilendirmeye devam ederdi.
Alex’in frikik atışını bekler gibi, Amerikan Kongresi’nin Suriye’ye müdahale kararını bekleyenler var. “Hazırız”, “Girelim”, “Dişe diş, kana kan...”
Baltaları saklayan toprak büyük bir iştahla kazılırken çok cesur, çok çekici ve çok zeki bir kadın aklımdan çıkmıyor: Marie Colvin.
Büyük olasılıkla o da kim dediniz... Belki aranızdan “Bu ismi hatırlıyorum ama nereden?” diyen de olmuştur.
Bir dahaki savaşta...
Marie Colvin geçtiğimiz yıl Suriye’de haber yaparken bir patlamada öldü. Sunday Times’ın savaş muhabiriydi.
Yaser Arafat’ın hediye ettiği incileri, La Perla sutyenleri ve kırmızı ojeleri onunla savaştan savaşa gezdi. 2001’de Sri Lanka’da şarapnel yüzünden kaybettiği gözüne taktığı korsan bandı da hemen alametifarikaları arasına eklendi.
Bundan 10 yıl önce şöyle yazmıştı: “Bir dahaki savaşta, sessiz bir cesaret gösteren sivillerin önünde daha
çok eğileceğim”.
“Bir dahaki savaşta...”
Hep daha fazlasıyla karşılaşacağını bilecek kadar tecrübeliydi. Psikiyatrının tabiriyle, “Herhangi bir askerden daha fazla çatışma görmüştü”. “Bilmek istemediklerimi biliyorum” diyordu, “küçücük yanık bir bedenin nasıl koktuğunu, ölümün insanın gözlerine
nasıl yerleştiğini...”
Hayatı çalkalandıkça, kendini teslim etmek istediği adamlar ona kazık attıkça, peşinden koştuğu mutluluk ona kapıları kapadıkça cepheye attı kendini. Huzur ona yakışır mıydı, dingin bir hayatı ne kadar sürdürürdü?
Sevdiği adam kollarını boynuna dolayıp “Gitme” deseydi, Marie Colvin evinde Şükran Günü hindisi pişiren bir kadına dönüşür müydü?
Bu soruların hepsi cevapsız artık.
Çünkü 56 yaşında, editörlerinin bütün uyarılarına rağmen ayrılmayı reddettiği Humus’ta öldü.
“Savaş nedir Bayan Colvin?”
Şimdi, dünya Amerika’nın kararını beklerken aklımda dönüp duran bir soru var. Bu kararı verecek olanlar gelip Colvin’e “Savaş nedir?” diye sorsalardı, “Biz neye evet demek üzereyiz?” deselerdi... Önüne bir viski koyup çatallaşmış sesiyle şunları söyleyecekti: “Uydulardan alınan görüntülere, akıllı bombaların canlı yayınlarda izlenmesine, Pentagon’un uçan sineği bile tespit etmesine rağmen savaş alanları hep aynı kaldı: Yanan evler, ölü bedenler... Çocukları ve kocaları için ağlayan kadınlar. Anneleri için ağlayan çocuklar...”
Bilenle bilmeyen bir olur mu?
Kongre üyeleri onun anlattıklarını dinledikten sonra yine aynı cevabı verirler miydi acaba?
Malum, “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” der kitap.
Acıyı, korkuyu, dehşeti, ölümü görenlerle görmeyenler bir olur mu?
Biliyorum, söz yine bilmeyenlerin olacak. Artık Marie Colvin gidemeyecek olsa da bir savaş diğerine eklenecek, yeni Marie’ler atlayacaklar ateşe.
Söyleyecek tek bir şey kalıyor. Murat Menteş’in “Ruhi Mücerret” romanındaki nefis cümlesiyle: “Allah niyetlerimiz ile akıbetimiz arasındaki bağı rahmetiyle kursun.”
Yıllar geçti, savaş alanları değişmedi. Yine yanan evler, ölü bedenler kaldı geride...
Yıldız Güngör’ü tanıyor musunuz?
“AİHM, kocasının soyadını kullanmak istemeyen kadınlar için emsal kabul edilecek
karar aldı. Gülizar Tuncer’i haklı bularak Türkiye’yi mahkum etti”.
Bitmek bilmeyen mevzulardan biri daha... Benim bir soyadım var halihazırda. Bütün işimi gücümü o adla yapıyorum. Sonra bir gün evleniyorum, hop bambaşka biri oluyorum. Adım değiştiği gibi, İstanbul’daki nüfus kaydım kalkıp Malatya’ya, Van’a, Muğla’ya gidiyor.
Boşanırsam? Hadi, aynı yolculuk geri dönüyor. Beni evlendikten sonra tanıyanlar, yeni adımla bir kez daha tanışmak zorunda kalıyor.
Yıldız Güngör kim biliyor musunuz mesela?
Benim bir adım var
Çok iyi tanıdığınız biri. Yıldız Kenter’in nüfus cüzdanındaki adı bu.
Ya da Perran Sarıtaş desem?
O da Perran Kutman.
Gerçi o soyadı da ilk eşi Hüseyin Kutman’dan geliyor, orada iyiden iyiye karışmış işler.
Nevra ve Nisa Serezli...
Her ikisi de soyadlarını Metin Serezli ile evlenerek aldılar. Gelin görün ki Nisa Hanım Tolga Aşkıner ile evliyken de Serezli kaldı.
İnanın, yazarken sıkıldım.
Benim bir adım var.
Bir gün von Habsburg, öbür
gün Osmanoğlu, ertesi gün Tatlısukabağınıpişmişseveroğul-ları olamam.
Şen olasın AİHM.
Yıldız Kenter’in adı nüfus cüzdanında Yıldız Güngör.
Modern mahrem olimpiyat dışı kaldı
“Türkiye’de bu başörtüsü sorunu belli bir olgunluğa geldi diye düşünüyorum. Partilerimiz bunu bir iç çekişme, iç politika malzemesi yapmadığı, bunun üzerinden bir siyasi sonuç elde etmek gibi ister lehte ister aleyhte olmadığı takdirde bu sorun çözülür.”
TBMM Başkanı Cemil Çiçek bu sözleriyle Meclis’te başörtüsüne -klişe tabirle- yeşil ışık yaktı. Her ne kadar bu yeşil ışık “Artık başörtülü milletvekilleri olacak” cümlesiyle formüle edilse de yeni bir sözcük dizimine muhtaç olduğu aşikar: “Artık başörtülüler milletvekili olabilecek.”
Muhafazakar erkek için makbul figür...
Zira “modern mahrem”, sosyal hayatın kapılarını açsa da kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayan bir yönetim tarafından dahi kamuya dahil olamamıştı. Ayşe Böhürler’in geçen gün Twitter’a yazdıkları da haklı bir sitemdi: “Müslüman olduğunu söyleyenlerle dolu bir ülkede başörtüsü düşmanlığının nesilden nesile aktarılmasındaki başarının sırrı ne ola ki?”
Böhürler’in bu soruyu sorduğu gün Hasan Arat’ın Buenos Aires’te 2020 olimpiyatlarıyla ilgili yaptığı basın toplantısında ona eşlik eden liseliler vardı. Kampanya “Olimpiyat
ilk kez Müslüman bir ülkeye gelecek” cümlesiyle desteklendiği halde aralarında tek bir başörtülü öğrenci yoktu. Başını örten liseliler yok mu? Var. O halde neden Türkiye’yi temsil edenler arasında değiller?
Yoksa “Başörtülü Erkekler” kitabının yazarı Selin Ongun’un tespiti hâlâ geçerli mi: “10 yıl önce ‘kadın ve erkek eşit olamaz’ diyen erkek özne, şimdi başı örtülü kadınla başı açık kadını eşit görmüyor. Başı açık kadına bir rütbe daha veriyor. Muhafazakar erkek için sosyal olarak makbul figür, başı açık kadın”...
- Naber tombişim?
- İyiyim Başbakanım
Beklenen program “Ustanın Hikayesi”, salı akşamı arz-ı endam etti. Her ne kadar bir belgesel olarak sunulmuş olsa da daha çok “Yasemin’in Penceresi” programını hatırlatıyordu. Gerçi burada Başbakan’ın görmekten ya da duymaktan şaşırdığı pek bir şey olmadı.
Hepimizi şaşırtan tek bir an vardı.
Bizim ağzımız açık kaldı; muhtemeldir ki Başbakan da Şahan Gökbakar’ın “Başbakan bana naber tombişim dedi” ifşasında bulunacağını tahmin etmemişti.
Bugüne kadar “Sevsinler seni”, “Gadanızı alırım”, “Biz hakara makara yapmıyoruz”, “Çapulcular”, “Kayış
koptu” gibi sözlerini duyduk. Amenna. Ama tombişim? Hayır.
Sekiz harfin içinde yalnızca ikisi Erdoğan’a yakın: -im. Malum, kendisi
iyelik eki kullanmayı sever. “İçişleri Bakanım”dan başlar, “Genelkurmay Başkanım”a kadar gider.
Kabinedeki tombiş de Şahan Gökbakar’mış. Öğrenmiş olduk.
Başbakan’ın değil de bizim şaşırdığımız konuk ise Kenan İmirzalıoğlu idi. Başbakan’ın onu aramasından duyduğu coşkuyu aktardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı bana geri dönüş yaptıysa ki, herhalde binlerce kişi aramıştır, bir durup düşündüm, bir utandım, oradan kendime bir ders çıkardım...”
Keşke çıkardığı dersi bizimle paylaşsaydı. Faydalanırdık.