Onu 2010 yılında, sıcak bir Ağustos günü c18Sabiha Gökçen Havaalanı’na ayak bastığı gün tanıdık. İnsan hakları savunucusu, çevirmen ve yazar 19 yıllık aradan sonra ülkesine dönmüştü. Pasaportunu memura uzattı, adı bilgisayara girildi ve tutuklandı.İsnat edilen suç, 1989 yılında Tahtakale’de soyulan bir döviz bürosunda Yaşar Tutum’u öldürmekti. Bu c18soygun Akhanlı’nın bağlı olduğu iddia edilen siyasi örgütle ilişkilendirilmişti.
Bunca yıl sonra Doğan Akhanlı’yı c18Türkiye’ye getiren ise babasıydı. 87 yaşındaki Mahmut Nedim Akhanlı’nın sağlık durumu gittikçe bozulunca; oğlu onu son bir kez görmek için Köln-c18İstanbul uçağına binmişti. Tutuklanacağına ihtimal de vermişti aslında, c18Almanya ve Türkiye’deki arkadaşlarını uyarmıştı. Ama babasını son bir kez görmek için değerdi.
Akhanlı, 1992 yılında düzenlenmiş bir teşhis tutanağına dayandırılan kararla c18Tekirdağ Cezaevi’ne gönderildi. Orada geçirdiği her gün, son kez görmek için özgürlüğünü riske attığı babasına her gün bir mektup yazdı. Cezaevinden çıkınca hepsini verecekti. Ne var ki Mahmut Nedim Akhanlı’nın ömrü, oğlunun çıkışını beklemeye yetmedi. Doğan Akhanlı mahkeme tarafından önce tahliye edildi, sonra da beraat etti. Ne var ki hikaye burada bitmedi.
Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı da “Suçsuzdur” demesine rağmen, beraat kararı 9. Ceza Dairesi tarafından 27 Şubat 2013’te bozuldu. Karar uyarınca eski TCK’nın 146. Maddesinden Akhanlı’ya ‘ağırlaştırılmış müebbet’ verilmesi isteniyor. Duruşma 31 Temmuz’da...
31 Temmuz’da davanız yeniden müebbet istemiyle görülecek. Ruh haliniz nasıl?
Yargıtay’ın aleyhime karar verdiği günlerde, Ara Güler’le yapılan söyleşiyi okumam iyi oldu. Ara Güler, “Ermeni olduğunuz için sıkıntı çektiniz mi?” sorusuna “Yok. Herkes bilmez zaten benim Ermeni olduğumu” şeklinde yanıt vermiş ve bunun nedenini kendine özgü İstanbul ağzıyla şiirsel bir dille açıklamıştı: “burası acayip bir memlekettir / p.ştlar vardır/ takar”. Türkiye sadece p.ştu, bilgesi çok olan bir memleket değil, sultanlardan ayak basacak yer kalmayan da bir memleket. Sultanlara has, kendine aşık, mutlak bir güce düşkünlük eğilimi tarihimizle ilgili olabilir. Üç kıtaya hükmetmiş, bir imparatorluktan Misak-ı Milli sınırlarına kadar çekilme zorunluluğu, Başbakandan, Yargıtay 9. Daire’ye kadar pek çok çevrede travmatik bozukluklara neden olmuş olabilir.
Karar elinize geçti ve...
Yargıtay kararı elime geçtiğinde şok oldum desem, abartmış olmam. Kararı, ne kadar çaba göstersem de, bir hukuk kurumu adına kaleme alınmış bir metin olarak algılamakta güçlük çektim. Çünkü kararda, bugün artık Türkiye’de herkesin bir haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler dönemi olarak algıladığı bir zaman diliminde- 12 eylül 1980 sonrasında yani- darbecilere karşı faaliyet yürütmüş bir gence karşı duyulan öfkenin bütün izleri vardı. Solcu olduğum doğruydu. O dönemde var olan, bugün olup olmadığı hakkında fikrim olmayan komünist bir parti adına faaliyet yürüttüğüm, cuntacıları kızdıracak bildiriler, düzenli yayımlanması mümkün olmayan broşür ve gazeteler yayımlayıp dağıttığım da doğruydu.
O dönemde tutuklandınız mı?
Evet. 1985 yılı mayısında eşimle ve o zamanlar 16 aylık olan oğlumla beraber tutuklandım. Tutuklandığım andan itibaren, döneme özgü, taşları zalimlik ve haksızlıklarla döşeli yollardan geçip, 1987 Eylül’ünde tahliye edildim. Yargıtay kararında, şefi olduğum iddia edilen örgütün, üyelik isnadıyla cezalandırıldığım Komünist Partisi’yle (TDKP) ile bir alakası yok. Soygunu yaptığı, bir insanın ölümüne neden olduğu ileri sürülen, adında hiçbir sesli harf olmayan örgütün varlığından hiç haberim olmadı.
Örgütle nasıl ilişkilendiriliyorsunuz?
Şunu söyleyeyim. Hakkımda açılan dosyada, iddianamede adı THKPC-HKG-YKB ya da THKP-YKB-HKG gibi sürekli farklı zikredilen örgüt hakkında, örgütün ne zaman kurulduğu, programı, amaçları hakkında hiçbir bilgi yok. Dört ay tutuklu kaldığım süre içinde beni ömür boyu parmaklıklar arkasında bir hayata mahkum etmek isteyen savcılık, sorgumu yapma ihtiyacı duymadı. Yargıtay da bu tuhaflığın farkına varmış değil. Kendim Yargıtay üyesi olsaydım, yıllardan beri aranan sanığın niçin Terörle Mücadele şubesinde ve savcılıkta sorguya çekilme gereği duyulmadığı merak ederdim.
Sizce neden?
Duyulmadı, çünkü önemli olan gerçek faillerin yakalanıp cezalandırılması değil, faili meçhul bir dosyanın kapatılmasıydı. Ömrünü faili meçhul dosyaların açıklığa kavuşturulmasına adamış birinin faili meçhul bir davanın sanığı haline sokulması “kafkaesk” bir durumdu. Sanki gerçek dünyanın değil de, romansal bir dünyanın gündeminde yer alan, tartışılan bir figür olduğum duygusundan bir süre kurtaramadım kendimi. Meselenin kişi olarak ben olmadığımı anlamam aylara mal oldu. Şimdi Köln adlı şehirde, sevdikleri arasında, tehlikelerden uzak yaşayan biri olarak, hem şanslı biri olduğumu düşünerek seviniyor, hem de benzer davaların mağduru olan, halen hücrelerde ömür tüketen ya da tüketecek olan kader yoldaşlarımı düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
En baskın duygunuz hangisi; isyan mı, öfke mi, korku mu, üzüntü mü?
Ne isyan, ne korku, ne de üzüntü. Belki şaşkınlık. Belki, yıllardır yurtdışında yaşamanın yarattığı, Türkiye’de olan bitenleri anlayamama, siyasal bir körlük, tasavvur yeteneğimi kaybetmiş olmamın verdiği bir hüzün duygusu. Karar, aştığımı sandığım travmalarımın geçici olarak yeniden nüksetmesine neden oldu. Hafızamın çok derinlerinde bir yerlere itelediğim karabasanlar yeniden uykularımı bölmeye başladı.
Çıkarıldığınız ilk duruşmada, olayın da şahidi olan ölen şahsın oğulları “Babamızı öldüren bu insan değil” dediler. Ancak bu yetmedi. Devletin sizi cezalandırma ısrarını neye bağlıyorsunuz?
Kararı kişiliğime yapılmış bir saldırı olarak algılamam bir hataydı. Ortada, benden bağımsız olarak işleyen kibirli ve keyfiyete dayanan bir sistem var. Ben bu sistemin ne ilk ne de son kurbanıyım. Yüzyıldan bu yana bu mekanizma bütün bir milleti kökünden yok etti ve tehlikeli olabileceğini sandığı etnik, kültürel ve dinsel gurupları sürdü, katletti. Kendi başvekilini, yaşı kemale ermemiş gençleri aşağılayarak ipe çekti. Haksızlıklar tarihi içinde büyüyen ve şekillen bizler, bütün bunların nedenlerini araştırmaya, soruşturmaya kalktığımızda da devlet tehdidi ve şiddetine maruz kaldık. Son Gezi Parkı hadisesi, geçmişiyle ilgili bilgilerden yoksun bırakılmış, meraklı bir kuşağın ayaklanmasıydı, ümit vericiydi ve Türkiye için son derece yararlıydı.
Sizinle cezaevinden çıktıktan sonra, Almanya’ya yeni gittiğinizde konuştuğumuzda “Eğer bunca hukuksuzluğa rağmen beni mahkum ederlerse Türkiye’ye gelip beni tutuklayın diyeceğim” demiştiniz. Bu kararınız sürüyor mu?
O sözleri söylediğimde içtendim. Halen de, o topraklarda doğmuş büyümüş, doğduğu köyle güçlü bir duygusal bağı olan bir insan olarak, mahkemede hazır bulunmamın en doğru yol olduğunu düşünüyorum. Bu adımı atacağımdan emin değilim. Çünkü, hapishane denilen, askeri dönemde ve 2010 yılında yaşamak zorunda kaldığım yer, geriye dönüp baktığımda, bana iğrenç bir mekan hissi veriyor. Hapishane, neden orada olduğunu bilirseniz bir anlam kazanıyor. Askeri dönemde, orada olmamın bir anlamı vardı. Neticede devlet otoritesine başkaldırmış biriydim. 2010 yılında tutuklandığımda durumum gerçekten Kafka’nın Josef K.’sını andırıyordu.
Ne açıdan?
Sözüm ona, benim Doğan K. kod adıyla örgüt şefi olduğum iddiası ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talebi, haşereler ve lağım fareleri arasında tüketilen dört aylık süreyle bir arada tasavvur edildiğinde mide bulantısı kaçınılmaz oluyor. Bu bulantıya ömür boyu katlanmayı göze alsam da, Almanya gibi riskleri sevmeyen bir ülkenin vatandaşı olmam durumu daha da karmaşıklaştırıyor. Hapishaneyi tercih edersem, bunun Almanya’da hiç de anlaşılır kaçmayacağının ve var olan dayanışmanın söneceğinin farkındayım.
Tutuklandığınız için babanızın son günlerini göremediniz. Sizi bundan alıkoyanları affetme ihtimaliniz var mı?
Kimse kendinin sorumlu hissetmediği için, kimi affetmem gerektiğini de tam bilemiyorum. Tahliye edildiğim duruşmada çok yaralı ve çok öfkeli olduğumu hatırlıyorum. Öfkemi ve incinmiş ruh halimi duruşmada sessizliğe gömülerek dile getirmeye çalıştım. Mahkeme Başkanı’nın tutanaklara geçirdiği “Mahkeme sanığın suskunluk kararını saygı duyduğunu ifade eder” sözleri, her şeye rağmen, başkanla aramda insani bir ilişkinin halen bitmediği şeklinde bir etki tarattı bende.
Susmak bir tepki. Ama anlatmak, gerçeği haykırmak gelmedi mi içinizden?
Hadise güncelliğini kaybedip, duygularıma ket vurmayı becerebildiğim belirsiz bir gelecekte, Mahkeme Başkanı’yla konuşmak ilginç olabilir. Bütün yargılama boyunca dizüstü bilgisayarıyla oyalanan Savcı Bey’le bir daha yüz yüze gelmek, aynı masada oturmak, aynı havayı solumak istemem.
‘Maçtaki futbol topu gibiyim’
“2008 tarihinde Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye misafir ülkeydi. Kültür Bakanlığı, yazarlarını tanıtmak için İngilizce bir katalog hazırlatmıştı. Hemen hemen hepsi devletle şöyle ya da böyle başı belada olan 60 Türk romancısının tanıtıldığı katalogda yer alabileceğimi yine de aklıma getirmezdim. Hatta İngilizce metin, benim Ermeni Soykırımı hakkında da roman yazdığımı dünyaya duyuruyordu. Fuarın son günü Kültür Bakanlığı müsteşarıyla bir Türkçe televizyon kanalında beraber konuşmacı olduk ve Türk edebiyatını övdük. Aynı anda Türkiye’nin beni İnterpol aracılığıyla kırmızı bültenle aradığını, çok sonra dava dosyasından öğrendim. Benzer garipliği bu yıl da yaşadım, Berlin Türk Büyükelçiliği’nin Ocak ayındaki nazik davetini kabul ettikten bir ay sonra, Yargıtay şubat ayı sonunda beraatımı geri aldı! Herhalde Türkiye benimle ne yapacağına tam karar verememiş durumda. Ya da devlet içinde yer alan siyasal grup ve güçlerin kendi aralarında yaptıkları maçta, futbol topu gibi bir işlevim var. Canının acımadığı sanılan, ister taca atacakları, isterse kaleye gönderebilecekleri meşinden bir top işte.”